Reklam

Son cevizlik

Son cevizlik
02 Mayıs 2021 - 12:02
Fatma Nuran Avcı
Cevizliğin en yaşlısı olan, “Kocamış Ana” dedikleri, çatlaklarından uzun yollar açılmış, kabukları iri çıbanlara dönmüş ağaca dokundu. Sırtını dikleştirdi. Ayaklarını birleştirip selam verdi. “İyi günler ana,” dedi fısıltıyla. Gevrek dallardan birini kopardı. Sol eliyle ağaca tutunarak usulca çöktü. İkindi sıcağında kasabadan cevizliğe gölgenin, serinliğin hayaliyle yürümüş, yorulmuştu. Cevizin gövdesi kemiklerine diken gibi battı, umursamadı, toprak kurumamıştı, aldırmadı. Pamuklu mindere oturdu sanki. İki gündür yağan yağmurun öfkesi dinmiş, sele çevirmeden susmuştu. Derin bir iç geçirdi. Yağmur suyuyla doyan toprağa, suyla beslenen damarları fırlamış köklere, her mevsim değişen dallara baktı: “Kökünüz toprakta, başınız bulutlara yakın. İnsanoğlunun ayakları var, yürür, gezer toprakta. Ne fayda. Yeri dar gelir, sığamaz bir türlü koca dünyaya.” Kavruk Hasan söyleşir, dertleşirdi ağaçlarla. Kendi sorar, kendi cevaplardı. Bu sessiz yaralı yüzlerde belki de kaybettiği bir parçasını bulurdu. Yar koynuydu, yarendi ağaçlar. Kokusu ıtırlı, yemişi tatlı. Kavruk Hasan’ın yarenleri kavruk olacak elbet. Ağacın kuru dalı varsa onda da kuru kemik. Etlenip kolu budu şekil almamış, yanaksız, bir çift karagözdü Hasan. Çubuğu çakısıyla sıyırmaya başladı. Soydukça kemiğe benzeyen çiğ beyazlık ortaya çıktı. Akşamın esintisi boynuna hafifçe vuruyordu. Mayısın ortaları gelmişti. Cevizler çiçeğe durmuş, yaprakları yeşille bezenmişti. Aşağıda Meydancık tarafında, kabak, hıyar, patlıcan tarlaları çoktan sürülmüş, fideler dikilmişti.

Cevizlik yamacı ovadan ayırırdı. Kanadı açık kocaman yeşil bir kelebek gibi ağaçlar kucak kucağa dizilmiş durur, esen yelin hızını kesip dağıtırlardı. Birden çakısı elinden kaydı. İşaret parmağına batarak tohum tanesi kadar kanını akıttı. Düşen ceviz yapraklarından biriyle kanayan yere bastırıp sardı. Kolları kısa, bilekleri incecik, ama elleri iriydi. Parmak uçları isli isli ceviz karası. Ceviz bir kızgın demir olmuş izini bırakmıştı. “Acıdı mı?” dedi bir ses. Kulak kabarttı. İsmet Hoca geldi sandı. Bekledi. Hışırdayan dalları dinledi. Gözlerini kapatıp titreyerek bekledi. Çıkıp gelse, toprak yarılıp içinden çıksa, gülerek Hasan’a:
“Geçer aslan parçası,” dese yine…
Öyle yürekten derdi ki, aslan parçası. Hasan kendini pençeli, tırnaklı, güçlü sanırdı. Hasan’dı oysa. Ölmeseydi İsmet Hoca. Keşke ölmeseydi. Hep burada emeklerim, çocuklarım diye sevdiği ceviz ağaçlarının içinde yaşasaydı. Çok yanıyordu içi, çok özlüyordu. İsmet Hoca kasabaya ilk geldiğinde henüz ufacık çocuktu. Babası yeleken, uçarı, anası da kademsiz kadındı Hasan’ın. Bir oğul doğmuş, açlığı, susuzluğu doğurana keder olmamıştı. Sokakta onu dövmüşler mi, kuyuya mı düşmüş, Hasan kimmiş, kimin oğluymuş? Kasaba İsmet Hoca’nın ilk görev yeriydi. Genç öğretmenin ilkeleri vardı. Toprağa, insana şekil verecekti. Beli kalın kütük gibi, boyu uzun, kollu bacaklı bir adamdı. Yürümüyor da, koşuyor, öyle gayretli, çalışkan. Önce soğuk durdu kasabalılar. Kimdi bu kıçı pireli, ak mı, kara mı? Baktılar adamın sohbeti yağ bal, kaynaşıverdiler. Öğretmenin sözleri tuhaftı. Verim diyor, üretimi arttırmak diyor, erozyonu anlatıyor. Kasabanın toprağını inceliyor. Okulun öğretmeni değil de ziraatçı sanki. Kasabalı şaşkın! Hisselerine düşen eğitimciye inanamıyorlar.
Kasabanın yıllık ürünü, toprağın kumu öğretmene dert olmuş. “Gelin el ele verelim,” diyor, “çabalayalım, başaralım.” İsmet Hoca bir gün ceviz fidanlarıyla kasabaya geldi. Okul bahçesine dikip deneyecekti. Duvar dibine sinmiş Hasan’ı gördü. Küçük çocuk avucundan büyük çakıyla uzun kuru dalı parçalıyordu. Yetmedi. Parçaları kıymık kıymık doğradı. Bir zaman çocuğa baktı Hoca. Dayanamadı yanına gidip konuştu:
“Bayağı kuvvetlisin delikanlı. Öyleyse kazma sallayabilir, toprak da kazarsın değil mi?”
Hasan Hoca’yı duyunca çakıyı elinden bıraktı. Utanmıştı. İsmet Hoca elinden tutup kaldırdı Hasan’ı. Cevizleri birlikte ektiler, can suyu verdiler. Hatırlıyor, hatırladıkça da acısı artıyordu Hasan’ın:
“Vay babam benim. Bir garip oğlanken koltuğunun altına aldın, doyurup giydirdin vay babam.”
Çakısını kapatıp çubuğu kenara fırlattı:
“Nasıl öldün, niye öldün? Ceviz kokulu öğretmenim. Kaç yıldır beni yetim bıraktın?”
Parmaklarını açarak tek tek saydı:
“Yedi koca sene. Dünün kıraç toprağı bugün ulu ağaçla doldu. Hocamın tuzlu teri köklere karışıp koz oldu, sütlü ceviz oldu. Ne olacaktı ya, ölmeyip ne olacaktı, dünya hanının ortasına direk mi dikecekti, bayrak olup sallanacak mıydı?”
Gözünden akan yaşları avucuyla sildi. Dizlerini toplayıp karnına çekti. Dallar hışırdarken sessizlik can sıkıntısına dönüşüyordu. Uzayan birbirini saran kalın yeşil perde üzerine düşecek gibi oluyordu. Yoldan çıkan arabanın sesiyle irkildi.
Cevizliğin ortasında ergen ağaçların yanı başında duruverdi araba. Kocamış Ana’nın geniş gövdesine saklanarak bekledi. Arabanın şoför koltuğundan inen, belindeki kemerle göbeğini yerleştiren adamı bilemedi. Öteki Tahir’di. Yılan Kırkan Tahir. Şaka değil. Hayvanı boğazından yakalar kavından sıyırır. Öyle gözü kara, öyle imansız Tahir. Kafalarını kaldırıp ağaçlara uzun uzun baktılar. Kollarıyla havada bir şeyler çiziyorlardı. Canı çekilir gibi oldu Hasan’ın. Vazgeçmemişti Tahir. Yine birini bulup getirmişti. Cevizliği kesmeyi, yerine binalar dikmeyi aklına koymuş yanından yöresinden ayrılmıyordu. Hasan’ın olduğu Çamçukur tarafına doğru yürüdüler.
Tahir diğerine dönüp konuştu:
“Kıymet Hanım’a kalsa hemen tapuyu verecek. Ama o Kavruk yok mu? Ağaç delisi. Kadın çekiniyor. Hasan ne derse, ben bilmem, dedi geçenlerde.”
“Hasan neyin nesi,” dedi yanındaki.
“Sümsüğün teki de, Hoca’nın eline ibrikle su dökmeyi iyi bilirdi. Yağdan. Vasiyet etmiş karısına toprağımın yarısı Hasan’ın demişmiş. Kaydı yok, kuydu yok.”
Yılan Kırkan Tahir durdu. Bir çare arar gibi yere çevirdi bakışlarını, kızgındı.
Adam Tahir’i sakinleştirmek ister gibi konuştu:
“Her neyse. Kadınla bir kere konuşalım. Bakalım ne diyecek?”
Tahir elini önce yüzünde sonra saçlarında gezdirdi. Bu iş ona kök söktürüyordu. Kaç zamandır dil döküyor, vaatler veriyor, kadından en ufacık olumlu karşılık alamıyordu.
“Öyle kolay değil. Neler dedim, dinletemedim. Kadın çetin ceviz, ketum, yılışıklık, cıvıklık sevmez. Kavruk Hasan’ın da ağzı var dili yok, gözlerine girmiş bir kere. Efsunlu zahir. Cevizleri beraber diktiler. Doğru. Ne yapalım. Bir yandan çürüyor ağaçlar. Gölgesinde de yatılmaz cevizin, adamı mayıştırır. Neyini severler bilmem?”
Adam Tahir’in geveze sözlerine karşılık verdi:
“Ne kızıyorsun Tahir? Öyle olmaz bu işler. Önce yüzüne güleceksin sonra becereceksin, kurnaz ol biraz.”
Hasan öfkeden deliye döndü. Kendini zor tuttu. İki adamın karşısına çıkacak gücü yoktu. Sağ yumruğunu dişlerinin arasına alıp sıkıştırdı. Araba cevizliğin bitiminden aşağı yola saparak gitti. Kıymet Hanım’ın bağ evi bu yolun sonundaydı. Cevizlikle bitişik kulübeden büyükçe bir evdi. Yaşlı kütüklerle yapmıştı İsmet Hoca. “Yurdum burası, cevizliğim, evim de cevizin içi, zarını soyar gibi kapıdan girerim,” derdi.
Kafasının içine arılar hücum etmiş gibiydi Hasan’ın. Daracık kovana sığamamışlar, iğnelerini batıra batıra vızıldıyorlardı. Cevizliğin dışına attı kendini. Ovadaki tek tük bodur elma, nar ağaçlarına, ötesinde çeliklenmiş bodur güllere baktı.
Ekili tarlalara baktı: “Nankörler sizi. Kasabayı yedi veren güllerine kavuşturdu, cevize doyurdu. Daha ne yapsın. Yine yaranamadı. Kasabalı toprağına hor bakıyor bugün, yarın öbür gün boğazına torba takacak, avuç açacak Yılan Kırkan gibilerine.”
Son cevizlikti burası. Kasabayı kucaklar gibiydi sıralı cevizler. Kavurucu sıcakların bitiminde kabukların yarıldığı zaman toplanırdı ceviz. Uzun sağlam sopalarla vurulur, iri taneler tenekelere düşerdi. Yeşil gök yarılıp dolu yağardı. Dizili yaprakların arasında gizlenen ceviz dökülür, dökülürdü. “Ciğer,” dedi, “Ciğerim. Söküp koparacaklar mı, seni benden alacaklar mı?” Gözleri sulandı Hasan’ın.
Kandıracaklardı kadını sonunda. “Para, para, ne menem şeysin, itin önüne atsan yemez.”
Arabanın tekerleği çakıl taşlarını ezmiş, kumlu dar yolu düzeltmişti. Kıymet Hanım’ın evine gitmeye karar verdi. Kalemin çizdiğini, terzinin biçtiğini andıran eşit mesafedeki ceviz ağaçlarına baktı. Yutacak, koynuna alacak gibi baktı. Her ağacın önünde dururdu İsmet Hoca. Birer birer ekildiği günü anlatırdı yeni baştan. Hasan biliyorum, hepsini ezberledim demez, yine dinlerdi. Başka bir sevdaydı onun ki. Kavruk Hasan’a miras. Neye karşılık gelirdi, bir kadına ya da çocuğa mı? “Hayır,” derdi, ”Hoca. Kimi sevsen, kime canım desen dişini gösterip ısırır. Çiğ süt emmiş insan, alacası içinde insan, şeytanın sol bacağı insan.” Yanında olsaydı şu halini biliverirdi. “Ne oldu gene, ne yaptı hokkabazlar, anlat hele,” derdi.
Kuru cevizini çıkarır, kırar, uzatır, “Ye hadi,” derdi. Cebinde beşer cevizle, bez torbasında üç fidanla gezerdi İsmet Hoca. Dikecek arazi arar, tepe tepe dolaşırdı. Hava kararıyordu. Birden vazgeçti. Cevizliğin içinden kestirmeden gidecekti. Yaralı yüze benzeyen kabuklu gövdeleri elleyerek, yaşlı, genç dalların birbirine kavuştuğu sık ceviz içlerine kadar ilerliyordu. Kalın bir ağla kaplıydı başının üstü. Yeşil kabuklar daha tomurcuktaydı. Yapraklar sıklaşmış, kuruyanlar yere düşmüştü. Kütük evin sivri çatısını gördü. Perdeler sıkıca kapalıydı. Arka bahçe duvarında tek lambanın ışığı yansıyordu. Kıymet Hanım’ı sundurmada koltuğunda otururken buldu. Ellerini yüzüne koymuştu; düşünceliydi. Birbirlerine baktılar. Kıymet Hanım: “Gördün mü, Hasan,” dedi. Hasan başını öne eğip cevap vermedi. Yorulmuştu, tahta merdivenin ilk basamağına çöküverdi. Akşamın serinliği çıkmış, ağaçların hışırtısı artmıştı.
Kadın sesini yükselterek devam etti: “Çok iyi bir müteahhitmiş. Üç daire veririz, dediler.”
Hasan bacaklarının arasına kafasını saklar gibi iyice öne doğru katlandı. Biraz bekledikten sonra doğruldu: “Nasıl hesapmış? Üç daire nedir? Yedi dönüm yer. Çocuk mu kandırıyorlar,” dedi.
Kadın ısrar ediyordu: “Ağaçları kesip parasını da vereceklermiş. O da on, on beş bin eder, dediler.”
Yüzü karardı Hasan’ın. Korktuğu başına geliyordu. Kafasının içine kör sinekler girdi. Sağa sola çarpıyorlardı.
Kıymet Hanım’ın sesi sitemliydi: “Hemen surat asıyorsun. Ben olur demedim oğlum. Son sözü Hasan söyler dedim. Yalnız bir şey de haklılar.” “Neymiş o?” Kadın dudağının içini ısırdı. Kısa, ağarmış saçlarını düzeltmeye çalıştı. Rüzgârın Tepeköy’den Çamçukur’a doğru şiddeti artmıştı. Üşümüyordu Hasan. Kadının ne diyeceğini merakla bekliyordu. “Eskisi gibi değil. Bakımı zorlaştı. Yirmiden fazla ağaç da çürümüş. Sen de hangi birine yetişeceksin, tek başına kaldın,” dedi sonunda. Hasan duyduklarına inanamadı. Hele görmediği, bilmediği ağaçların durumunu onların, yani Yılan Kırkan Tahir’in sözleriyle nasıl doğrular, nasıl hak verebilirdi? Hasan’ın sesi titriyordu: “Çürümüş öyle mi? Sen de inandın demek Kıymet Abla. Onu boyahanenin sahiplerine soracaklar. Dere balçık oldu sayelerinde. Toprağa neler karıştı kim bilir? Ben hiç bakmaz olur muyum? Ben cevizlerime kıyar mıyım?” Kadının yanakları kızardı. Öfkelenmişti. Hasan’ın yüzüne bakmadan söylendi. “Ne yapalım? Öyle olacak. Gençler işsiz mi kalsın?” “Çiftçilik iş değil mi Kıymet Abla,” dedi Hasan. “Kimseyi kayıracak halim yok. Aman. Beni kim düşündü şimdiye kadar? Zaten ayağım girmiş çukura, günümü dolduruyorum.” Cevizliğin dağıttığı rüzgârı, heybetli dalların sesini dinlediler. Karanlık iyice bastırmıştı.
Hasan yerinden ağır ağır kalkınca Kıymet Hanım: “Nereye gidiyorsun Hasan, bir şey yemeden mi,” dedi.
“Vakit geç olmadan gideyim,” dedi Hasan. Kadın omuzları düşmüş, süklüm püklüm Hasan’a baktı. Yüzü asılmış, dudağının sol kenarı aşağı sarkmıştı. Böyle yapardı hep. Konuşmazdı, küserdi Hasan.
Kıymet Hanım oturduğu koltuktan hışımla ayağa kalkmak istedi. Doğrulurken sol tarafına sancı girdi. Sundurmanın direğine tutunarak Hasan’a bağırdı: “Git hadi. Canını sıktım değil mi? Duydukların hoşuna gitmedi tabii.”
Hasan ne diyeceğini bilemedi. Kadın yutkundu. Son gücünü toplayarak devam etti: “Ceviz de ceviz. Tahir keselim ev yapalım, der. Sen lafını ettirmezsin. Rahmetli vasiyet eder. Ölüsü de dirisi de yakamı bırakmıyor. Bu ıssız yere ev yaptı. Cevizlerinin dibinde olacakmış.”
“Az emek vermedi Kıymet Abla. Bir ömür neredeyse. Gözünden sakınırdı.” “Emekmiş. Ben vermedim sanki. Bu toprağın borcunu ödeyelim diye üstüme bir kat elbise almadım. Borç bitti. Cevizin işi bitiyor mu? Kartı kesilecek, yenisi dikilecek, onlar büyüyecek. Dolu yağmasın, don olmasın. Başka mevzu yok.”
Hasan şaşırmıştı. Yorgunluk çaylarını ellerine veren o güler yüzlü kadına ne olmuştu böyle. Susmaya niyeti de yoktu. Kıymet Hanım biraz nefes aldıktan sonra konuştu: “İsmet Hocan canımın canı, canımın içi, diye severdi cevizleri. Seni Analı Öksüzüm, diye… Ya beni, derdim. Sevmez olur muyum, sevmeseydim evlenir miydim? Kızardı. Böyle de şey mi olurdu? Sorduğuma, soracağıma pişman ederdi.” Kolunu kaldırdı. Altından yıllar geçiyordu sanki. Yeni gelinliği, güzelliği, hele saçları. Çok yaşamışlığın, çok yaşamaktan bıkmışlığın izleri vardı gözlerinde.
İnce, buğulu sesi acılıydı Kıymet Hanım’ın: “Bekçilik yapıyorum. Hem de kime biliyor musun? En güzel günlerimi benden çalan bir kumaya. Erkenden çıkardı evden. Gelecek, diye saatlerce beklerdim. Gelirdi ama perişan. Kan ter içinde kalmış. Sofra kurarım, daha bir kaşık almadan yine cevizleri anlatmaya başlardı.”
Kadın ellerini dizlerine koydu. Ağlamak üzereydi. “Anlamıyorsun değil mi? Bu cevizlik her baktığımda üstüme üstüme devriliyor. İstemiyorum Hasan. Ne olacaksa olsun.” Ceviz ağaçları karanlığa saklandılar. Sadece yaprakların, dalların sesi geliyordu. Hava iyice soğumuştu. Hasan ağaçlara, eve baktı. Son cevizlikle vedalaştığını biliyordu.

NOT: 
Son Cevizlik öyküsü 2016 Yılı Nilüfer Belediyesi Yaşar Kemal Öykü Yarışması Birincisi ödülünü almıştır.