ÖLÜMÜ BEKLEYENLER
25 Eylül 2024 - 13:20
Bundan tam on sene önce kırk yıllık hayat arkadaşını kaybettikten sonra, hem ekmek teknesi hem de evi olan kahvehanesinin duvarına 'ölüm Allah'ın emri, ayrılık olmasaydı' yazdıran Süleyman Efendi, o melun günden beri ölümü düşünüyordu. Sadece düşünmekle kalmıyor, bu derde bir çare arıyordu. Topladığı türlü çeşitli otlarla kaynattığı, insanlığı ölümden kurtaracağını umduğu çayları kahvehaneye gelen köyün yaşlılarının üzerinde deniyordu. Deniyordu denemesine ama sonuçları görmek için ne kadar bekleyeceğini bilmiyordu. Eğer bu çaylar işe yarıyorsa sonsuza kadar beklemesi gerekirdi. Yok yaramıyorsa, misal çayı içen seksen yaşındaki Yakup Amca bir on yıl daha yaşayacaksa, bunu ancak on yıl sonra öğrenebilirdi. Süleyman Efendi yaptığı çayların etkili olup olmadığını görmenin daha hızlı bir yolunu bulmak istiyordu.
Yine bir gün, tüfeğini omzuna çatıp çaylarında kullandığı otları toplamak için dağa çıktı. Her çıkışında yaptığı gibi önce lazım gelen otları (havacıva, abdestbozan, venüssaçı, dulavrat, cibez, kediotu, sarı kantaron) topladı, sonra köyü tepeden gören bir noktaya oturdu. Bu küçük dağ köyünün kaderi elindeydi. Her ne kadar köylüler kendisini bir meczup olarak görseler, çayları şifa niyetine içerken alaylı sözler etseler de, Süleyman Efendi tarihte büyük icatlar yapmış âlimlerin ilk başlarda bunları yaşadığını, okuduğu kitaplardan biliyor ve köye laboratuvarına bakan bir ilim insanı gibi bakıyordu. Belki de bu köy, diye geçirdi içinden, sonsuz hayatı yaşayacak ilk insanların köyü olacaktı, önce koca bir dağın kuş uçmaz kervan geçmez yamacına kurulan bu köyün, sonra tüm insanlığın hayatını değiştirecekti, hem de sonsuza kadar. Süleyman Efendi dağda bir kayaya tünemiş bunları düşünürken, aklına bir fikir geldi. Böyle zamanlarda hep olduğu gibi sırtında bir ürperti hissetti. Ölümsüzlük çayının yarattığı sonuçları kısa sürede görebilmenin bir yolunu bulmuştu. Heyecanla kalkıp planının ayrıntılarını tasarlamak için köye yollandı.
Kahvehanenin kepenklerini var gücüyle sallayan, uğultusu doğa anamızın biz Adem oğul ve kızlarına bir serzenişi olan rüzgar dinmiş, yerini mutlak bir sessizliğe bırakmıştı. Süleyman Efendi, ocağın arkasındaki gizli bir kapıdan girilen odasında, masa başında oturmuş defterine hararetli hararetli bir şeyler yazıyordu. Rüzgarın uğultusu dinince odada, fokurdayan çayın (ki Süleyman Efendi defterine yazarken iksir demeyi tercih ediyordu) ve imbikten damla damla süzülen kediotu suyunun (bu, çaya sonradan eklenecekti) tıp tıp sesi dolaşıyordu. Çalışma masasının tam aksi istikametinde, odanın duvarını boydan boya kaplayan bir kitaplık yer alıyordu. Süleyman Efendi kendinden önce yaşayıp otların ve ölümün bilgisine haiz olan, bu konu üzerinde düşünüp yazmış bütün bilgelerin kitaplarını (İbn-i Sina'nın 'El-Kanun fi't-Tıb'ından Çarls Darvin'in 'Mahlukatların Menşei'ne, Ahmet Mithat Efendi'nin 'Ayrık Otunun Hücre Devri Daimindeki Yeri'nden Hamdi Sezai Paşa'nın 'Mevt-i Ahmer'ine kadar hepsini) hatmetmişti. Defterine planının ayrıntılarını yazarken onların ruhunu arkasında hissediyordu.
Rüzgârın dinmesinden bir süre sonra başlayan yağmur ve gök gürültüsü sessizliği dağıtmıştı. Şimşek çaktıkça yarı karanlik odada, kitaplığa doğru Süleyman Efendi'nin çirkin burnunun gölgesi düşüyordu. Bir an için yazmayı bıraktı. Nasırı sızlamıştı. Her yağmurda böyle olurdu, bu ikisi arasında mutlaka bir bağlantı olmalı, diye düşündü. Ama bu tür konular ölümsüzlüğü bulduğunda anlamını kaybedecekti. O yüzden şimdi bu meseleyi bir kenara bırakmalı işine odaklanmalıydı. Bu gece yaptığı çay sabaha kadar demlenecek, tüm köye dağıtmak için hazır hale gelecekti. Süleyman Efendi'nin planı çayı dağıttığı günün gece yarısı tüm köyü dolaşıp, her hanede ( yetmiş üç hane vardı) kaç kişi yaşıyorsa (hane başı ortalama beş kişiden, yetmiş üç çarpı beş yaklaşık üç yüz altmış beş kişi) hepsini vurmaktı. Süleyman Efendi'nin hesabına göre çay işe yarıyorsa, kurşunları afiyetle yiyecek olan köylülerin, bir süre sonra hayata tekrar dönmesi gerekiyordu.
Ertesi gün gece saat bir civarında köyde silah sesleri duyulmaya başladı. O gece Süleyman Efendi ölüme çare arayan yanlış bir Azrail olarak tüm evleri tek tek dolaşıyordu. Çoluk çocuk genç yaşlı demeden herkesi vuruyordu. Tahmini oydu ki öldürdüğü köylüler bir saat içinde tekrar hayat bulacaktı. Evlerin kapılarını açık bırakıyordu ki dirilenler o ilk şaşkınlığı üzerlerinden attıktan sonra rahatça dışarı çıkabilsinler.
Süleyman Efendi canları ala ala köyün ortasına kadar geldiğinde, silah seslerini duyan geride kalanların, ayaklarını kıçlarına vura vura dağa doğru kaçtıklarını gördü. Davudi ve korkutucu sesiyle arkalarından seslendi: "Ölümden de hayattan da kaçamazsınız!" Tam o anda, kaçışan köylülere doğru yürümeye devam ederken, sırtında büyük bir acı hissetti. Sonrasında bir sıcaklık tüm vücuduna yayılmaya başladı. Vurulduğunu anladığında dizlerinin üzerine çöktü. Omzuna doğru son bir kurşun daha yiyince kendini yüz üstü yere bıraktı. Ölümsüzlük çayından o da içmişti. Ölümden korkmasına gerek yoktu. Duyduğu bu acı geçiciydi. Onu vuran ve arkasından yaklaşan muhtar göremiyordu ama Süleyman Efendi ölürken gülümsüyordu.