Reklam

İlk Yaz Sabahı, Masa ve Karyola

İlk Yaz Sabahı, Masa ve Karyola
15 Nisan 2024 - 14:40
İlk Yaz Sabahı, Masa ve Karyola*

Nugök Özkale


   Gözlerimi açtığımda enine üç; boyuna beş adımla duvarlarına varılan odamı göremiyorum.
   Bir süre kıpırdamadan karanlığa bakıyorum. Gölgeler telaşsızca köşelerine çekiliyor. Tavandaki lamba sönüyor. Duvarda pencere beliriyor önce. Karyolam, metal dolap, ikisinin arasına sıkıştırdığım plastik masam, kolçaklı sandalyem hatlarına bürünüp ortaya çıkıyor.
   Kalkıyor, bir minder atıyorum karyolanın önüne, sırtımı dayayıp oturuyor, bacaklarımı kapıya doğru uzatıyorum. Popomun yarısı minderin dışına taşıyor. Yerin soğuğu bedenime yayılıyor. Kemiklerim etime batıyor.
   Boş masa dün gece hiçbir şey yazamadığımı vuruyor yüzüme; sıkılıyorum.
   Kuşlar bahçede neşeli bir hava tutturmuş, cıvıldaşıyorlar. Bir yerlerde okumuştum; sabahı karşılama şarkısıymış bu. Güneş çıkınca oda da ısınacak. Çabuk çıksın; ellerim yataktan kalktığımdan beri buz gibi.
   Caddeden geçen bir kamyonun kornası uzun uzun ötüyor. Başka biri-belki de bir otomobil- cevap veriyor. Kamyon şoförüne bir yüz hayal ediyorum. Yuvarlak olmalı. Her gün tıraş olduğu için tertemiz. Kolları kalın, direksiyon çevirmekten. Otomobildeki daha genç. Siniri burnunda. Kimin değil ki? Dışarıya mı çıksam?
   Şimdi sokakta olsam, nereye gideceğimi düşünmeden uzun uzun yürürüm…Ya da bisiklete biner, nefes nefese kalıncaya kadar caddelerde sürerim. Etraf yavaş yavaş aydınlanır. Çarşı uyanır. Herkes mahmurdur daha, çaylar taze, simitler sıcacıktır. Sabahın bütün kokularını içime çekerim…Belki bir yokuşa denk gelirim sonra… O yokuş ne güzeldir. Sabah ışığıyla parlak. Kaç zamandır bir yokuş görmedim, bisiklete de binmedim. Yokuşları çıkamam ama, başında atlarım yere, bisikletimle yan yana gideriz. Biraz sonra bir yer bulur, park ederim. Kendimi eski zamanlardaki gezginlere benzettim şimdi; hani atlarını hanların önlerindeki direklere bağlarlarmış ya. Ben bağlamam bisikletimi, duvara yaslarım. Olmadı, bir sokak lambasının altına serbestçe bırakırım.  
    Kuşlar çıldırdı, koro halinde bağrışıyorlar. İçim içime sığmıyor. Ayağa fırlamak istiyorum. Fırladığımı hayal ediyorum. Sandalyeyi pencerenin önüne çekip üstüne çıkıyorum üstüne. Kısa kaldım. Zıplasam belki bir yaprak görürüm, belki bir şarkıcı kuşun yuvarlak karnını ya da ağacın bembeyaz donanmış dalını.
   Daha önce hiç aklıma gelmemişti bu.
   Ne çok şeyi hiç düşünmemişim bu ilkyaz gününden önce.
   Masa boş boş bakıyor. Hâlâ kimsesiz. Israrla ona yaklaşmamı, kollarımı üzerine uzatmamı, bir şeyler yazmamı bekliyor. Benimle yüz yüze baka baka beklemeyi de öğrendi.
   Karyolada da masanınkine benzer bir kimsesizlik var. Üzerindeki battaniye aşağı sarkmış, yatakta bedenimin geceden kalma çukuru. Bana öyle geliyor ki, uzansam hiç hayır demeyecek. İkisinde de sitemli bir duruş seziyorum. Halbuki ben onların kıymetini bilmez değilim.  Ama bu ilkyaz gününde, başka türlü halim. Ellerime bir sıcaklık iniyor, terlemek üzereyim. Hırkayı da yün çorapları da kaldırmalı artık. Ama sabahlar hâlâ serin.
   Ne halt edeceğimi bilmeden dururken odada biri daha varmış hissine kapılıyorum.
   Duvarda bir pembelik kıpırdıyor. Köşedeki çatlaktan nokta kadar bir el fırlıyor birden: Yavru bir el öpen bu. Beni fark edince dona kalıyor. Bir lokmacık karnı körük gibi inip kalkıyor. Hayatımda bu kadar şeffaf, bu kadar pembe bir şey görmedim. İskeletinin bütün kemiklerini sayabilirim.  
  “Ah güzelim!” Neredeyse kahkahalar atacağım. Ağzımı toplamaya çalışırken, yavru ani bir kararla fırlayıp köşedeki deliğe kaçıyor. 
  Tabii ya, herkes uyanıyor, el öpenler uyur mu? İlkyazda ortalığa dökülür, sere serpe dolaşırlar. Bu çıldırtıcı mevsimde el öpen olmalıymış insan. Olmalıymış ki duvara tırmanabilsin, bahçeyi, avluyu, tepelere boy sırasına göre dizilmiş evleri, koruluğa tırmanan yokuşları, şıkır şıkır donanmış bahar dallarını doya doya seyredebilsin.
Kütür kütür bir nar çekiyor canım. Mevsimi mi? Olmasın, ne fark eder? Ortadan bıçakla keserim kabuğumu, iki elimle tutar, ayırırım. Nasıl çatırdar, mis gibi suyu akar, ellerimi boyar. Tanelerini ayıklar, avcuma doldururum, hepsini birden atarım ağzıma. Kütürdeterek çiğnerim. Mayhoş suyu boğazımdan akar.  Dişim kamaşıyor.
   Oh, çok iyi geldi bu.  
   Birazdan Habibe koridorda bağırmaya başlar. Sesi nezleli, burnu tıkanmış. Kapıyı açar. Gözleri sulu sulu bakar bana. Titreye titreye içini çeker. Sonra arkasını dönüp uzun bir hapşuuu çeker. İstiyorum; hapşırsın. Ben de çok yaşa diyeyim. Sen de gör diyemeden bir daha hapşırsın, başını sallasın. Ben hep çok yaşa diyeyim, o hep başını sallasın.
  Uzaklarda bir tepeden ezan sesi geliyor. Etrafta bir çiçek kokusu…Yoksa ben mi uyduruyorum? Hayır, bal gibi çiçek kokuyor.
   Aklını kaçırmış bu ilkyaz. Söz dinlemiyor, buraya bile giriyor, ama sığmıyor. Ben sığar mıyım? İşte, beni de yerimden kaldırıyor.
   Yollara düşmeli.
  Aklımdan bunlar geçerken kendimi bir tepenin yamacında buluyorum.
  Yol, birbirlerine yaslanmış tek katlı evlerin arasından yukarı doğru kıvrılıyor.
  Başlıyorum tırmanmaya. Şu köşedeki sokak lambası hâlâ açık. Işığı cılız.
    Yokuşun yükseğinde, sivri bir kayanın üstüne kurulmuş minicik bir ev var; tepe üstü düşeceğinden habersiz, afacan bir çocuk gibi, korkusuzca bakıyor aşağı, oraya doğru çıkıyorum. Evin yanı başındaki ağacın dalları çiçek dolu. Bu aldatıcı, bu çapkın bir havaya kanmış yine; tek suçu bu güzelimin. Kendisi gibi sevinçten çıldırıp açanları ayıplamaz; “Ah, sonunu hiç düşünmüyorsun! Her şeye lap diye atlıyorsun! Ne olacak bilmem ki hâlin!” demez. Kimseyi kınayıp kıymetten düşürenlerden de değildir.
   Üç gün sonra yaz gelecek. Canımın içi ağaç, bunu herkesten önce bilmiş, takmış takıştırmış, neyi var neyi yoksa dökmüş ortalığa. Onu salak yerine koyanların hepsinden yüce, hepsinden bilge. Ah yüreklerinde bir kez olsun bunu hissetmemiş olanlar ne kadar zavallı. Yaşama sevincini doya doya ciğerlerine dolduramamışlar. Onlar için üzüldüm şimdi. Şu yeryüzünde canlıyım diyen, böylesi bir coşkuyu hissetmez mi hiç? Çığlık çığlığa bağırmaz mı, tepine tepine dans etmez mi? Çiçek açarak yaşadığına binlerce kez şükretmez mi?
   Düşünüyorum da…Bu dünya güzeli ağaç, insan olsa kimse sevmezdi onu. “Yalancı yaz havasına kapılıp çiçek çiçek açmak olur mu,” derlerdi.
   Aman canım, sevmezlerse sevmesinler. Kandıysa suç ağacın mı? İlk yazda ne yapacağını bilemeyen güneşin, durduk yerde sarılıp öpen havanın hiç mi suçu yok? Onlara güven olmaz asıl. Bazen buz gibi soğuyup kaçıverirler.
   Yürürken serin sabah yeli bacaklarıma sürtünüyor. Bahçenin birinden bir odun ateşinin kokusu geliyor. Köşeyi dönünce bahçe kapısı maviye boyanmış dünya güzeli bir çay bahçesi çıktı karşıma. Demek odun kokusu buradan geliyormuş; ateşi yeni yakmışlar.
   Bahçeden içeri girip terasın ucundaki masaya oturuyorum.
   Mavi panjurlu bembeyaz evler denize doğru. Deniz rengini koyultup parlatmakla meşgul.
   Çay bahçesinin sahipleri ne kadar konuksever; güler yüzlü. Göz açıp kapayıncaya kadar donatıyorlar masayı. Menemen getiriyorlar en son. Sıcacık ekmeğimi suyuna banıp ağzıma atıyorum. Ağzımın kenarından çeneme akıyor kıpkırmızı suyu.
   Koridordaki havalandırma homurdanarak harekete geçiyor, devrini bulunca inlermiş gibi vınlamaya başlıyor. Metal kol soğuk soğuk şakırdıyor. Koridorda ayak sesleri...
   “Yoklama!” diye bağırıyor gardiyan. Ben onu hep Habibe olarak geçiririm aklımdan. 
   Ayak sesleri yavaş yavaş yaklaşıyor. Kapı açılıyor.
   Ama ben çay bahçesindeki masadayım hâlâ.
   Habibe bana doğru yürürken çeneme akan menemeni elimin tersiyle siliyorum.

*: Edebiyat Atölyesi 2023 Öykü Yarışması'nda dereceye giren öykülerden.