Reklam

Mavi Oda

Mavi Oda
18 Eylül 2024 - 10:54
MAVİ ODA
Yurday Yalçınkaya

Kendini metrodan dışarı atmak için birkaç kişiye omuz atıp, birkaçını eliyle ittirip, biraz da sesini yükselterek, “Müsaade etseniz de önce biz bir insek. Pardon! Geçebilir miyim?” demesi gerekti. Bir savaş daha kazanılmıştı. Derin bir nefes çekti. Bir kocaman nefes daha. Dışardan astımı varmış gibi göründüğünü düşündü. Ama metroda burun deliklerine yerleşen ter ve ağır parfüm kokusunu başka türlü çıkaramazdı içinden.

Çıkışa doğru yürüdüğünde yüzünü serin bir Alsancak havası yaladı. Biraz rahatladı. Alnında biriken ter damlacıklarını boşta olan koluyla sildi. Diğer elinde koltuğunun altına iyice yerleştirdiği gazete kağıdına sarılı elliye yetmiş tabloları tutuyordu. Metro gitmiş, deniz havası gömleğini zorlayıp bir orman gibi baş vermiş kıllarını titreştirirken o hala metrodaki kadının dediklerini düşünüyordu. Neymiş bu iş çıkışı saatinde belediye niye başka “izman” koymamışmış. Işığın yeşile dönmesiyle sürüsünü izleyen koyunlar gibi hızlanan kalabalığı takip ederken, kalabalığın ritmi gibi düşüncesi de yükseldi. “Bre geri zekalı kadın. Hem bir provokatör gibi bas bas bağırıyorsun hem de daha izban bile diyemiyorsun” dedi içinden. Böyle önemsiz diyaloglar zihninde bir bumerang gibi dönerdi. Aklına geldikçe de her seferinde sinirlenirdi.

Üçüncü yeşil ışığı beklemeden bir iple birbirlerine bağlıymışlar gibi öndekilere uyup karşıya geçti. Bu seferde bu yaptığına bir müddet kızdı. Sokak, bu saatlerde epey kalabalık oluyordu. Onun için ne kadar kalabalık o kadar iyiydi. Ayakları altındaki Arnavut taş yolları ezber etmişti artık. Yürümek için ayaklarının akla ihtiyacı yoktu. Her bir yükseltiyi her bir çukuru ve su birikintisini bilirlerdi. O yüzden olsa gerek yol boyu evhamlanacak, nerdeyse gözlerini ıslatacak ne kadar şey varsa aklına musallat olurdu. Kahve kokusu, bira kokusu ve kolye lazım mı, hişt yakışıklı bakar mısın sesleri arasında farkına bile varmadan meşhur boyozcunun önüne gelmişti. Koltuğunun altında sıkıntıdan terlemiş olan gazetelere sarılı tablolarını yavaşça duvarın dibine bıraktı. Dağılmamaları için bağladığı kurdeleyi söktü. Hangi resimleri yanına aldığını bir kez daha teyit etmek istiyordu. Seri parmak adımlarıyla bir albümü karıştırır gibi tedirgin göz atmaya başladı. Eline felç inmiş gibi çarpık parmakları kalakaldı. “Ama, ama nasıl olabilir?” dedi. Fısıltıyla mı, içinden mi, avaz avaz bağırarak mı bunu söylemişti kestiremedi. Başı döner gibi oldu. Yoksa yer mi sallanıyordu. Elini duvara dayadı. O lanet mavi tablo oradaydı. Leğende yıkanan çıplak kadın, sarı saçlarını savurup nerdeyse kendisine bakacak gibiydi. “Acaba tablolarımı yıkandığı suyu sıçratarak o mu ıslattı?” diye bir saniye düşündü. Her aklı başında insan gibi deliriyor muyum acaba diye endişeye kapıldı. Bütün bunlar bir göz açma kapama aralığında olup bitti.

Bu tablo eline geçtiğinden beri içini öğüten bir his boğazını sıkıyor, aklını oyuyordu. Alelade bir günde neredeyse mutlu sayılabileceği bir akşam üstü matbaaya uğramıştı. Matbaacı Gökhan; “Abi! Yeni baskılar geldi. Karışık koyuyorum” dediğinde böyle bir şeyin başına gelebileceğini nereden bilebilirdi. “Miro, Dali, Van Gogh, Caravaggio…İyi iyi çok satanlardan koymuş” diye evde tablolara bakarken bu tablo çıkmıştı karşısına. Hayalet görmüş gibi elinden düşürdü kağıtları. Sanki evin tavanı alçalmış pencereler kapanmış ve oksijensiz bir gök içeri doluştu. Yer sallanır gibi mi oldu yoksa başı mı döndü anlayamadı.  Sessiz bir şekilde bu masmavi tablonun kendisini boğmasını izledi bir müddet. Yoksul görünen bir odada, leğende bir ayağı diğerine nazaran kısa, kambur bir genç kadın yıkanıyordu. Duvarda yine iki mavi tablo ve perdesiz bir pencere vardı. Tek canlı gibi duran şey sehpanın üzerinde duran renkli çiçeklerdi. Ne resimler görmüştü. Bazılarını her santimine kadar ezbere bilirdi. Ressamlarının ilginç hayat hikâyelerini tekraren çalışır, satış yaparken bir meddah edasıyla nerdeyse resmi yapan arkadaşıymış gibi anlatırdı. Her seferinde ağzının kenarında coşkudan tükürükler birikirdi. Ama hiçbiri kendini bu kadar etkilememişti.

Ne kadar zaman sonra bilinmez bir cesaret tabloya baktı. Resmin Picasso’ya ait olduğunu zar zor okuyabildi. Sonraları üzerine çok araştırma yapsa da resmin kendisini niye bu kadar etkilediğine bir türlü anlayamadı. Evde bazen sağa sola volta atar, “Lanet gelsin Picasso’suna da Mavi Dönemine de” diye bir anda bağırmaya başlardı. Bir karabasan gibiydi bu tablo. Evde olduğunu bilmek bile nefesini kesiyordu. Kaç kez uykularından uyanıp, “Bu sefer yakacağım onu, fırlatıp atacağım, üzerinde tepinip paramparça edeceğim” dese de tabloyu her gördüğünde eli kolu boşalıyordu. Bir yumru boğazına oturuyor, belki de adem elması büyüyüp nefesini kesiyordu. Gözleri doluyor, dudakları belirsiz bir sinir ve hüzünle çırpınıyordu. Bazen de sarsıla sarsıla koca bir bebek gibi ağlıyordu. Resmi birkaç kez hediye diye başka tablolarla vermeye çalışmış ancak başaramamıştı. Alacak olanlar ya baskı hatası olduğunu söyleyip almıyor ya da güneşin alnında bu yaşta çalışıyor olmasına üzülüp ısrarla reddediyorlardı. Elinden yürürken düşürmüş gibi yapmış, ya da çöpün kenarına bırakmış ama her seferinde birileri resmi ona geri getirmişti. Bir bumerang gibi.


Ne zamandır bir mahpusun cezaevinden tahliyesi gibi resmi evde bırakıp kendini sokaklara atıyordu. Eve dönmemek için türlü bahanelerle kendini orda burada derbeder ediyor ama en nihayetinde geri dönmek zorunda kalıyordu. Kahvehane masalarında uyukluyor görenler çok çalıştığı için yorulduğunu düşünüp haline acıyorlardı. Böyle saçma bir şeyi kime nasıl söyleyebilirdi. Delirdiğini düşünürlerdi. Sonra acınası gözlerini ayak ucundan başına kadar türlü şekillerde devirerek cık cık sesleriyle onu süzeceklerdi. İşte o lanet tablo yine karşısındaydı. Ama bu nasıl mümkün olabilirdi. Uzun zamandır evden çıkmayı bir ritüele dönüştürmüştü. Önce tek tek resimleri inceliyor adlarını kendini ikna etmek için yüksek sesle söylüyor ve gazeteye öyle sarıyordu. Hatta ilk durduğu yerde az önce yaptığı gibi bir kez daha sayıyordu. Bir süre kaybolmuş küçük bir çocuk gibi etrafına bakındı. Utanmasa ağlayacaktı. Başı ağrıyacak kadar aklını zorladı ama resmin buraya nasıl geldiğini bir türlü hatırlayamadı. Elini zonklayan şakaklarına bastırıp kafasını yukarı kaldırdı. Masmavi bulutsuz bir gök vardı. Yine o sarsıntıyla dizleri çözüldü ve sırtını boyozcunun duvarına dayayıp güçlükle yere oturabildi. “Bu resimden kurtulmalıyım. Evet kurtulmalıyım. Şimdi tabii. Şimdi kurtulmalıyım diye” kendi kendine konuşmaya başladı. Sonra kayayı yerinden oynatır, bir duvarı kaldırır gibi Mavi Oda tablosunu tutup kaldırdı. Vücudundaki tüm kuvveti resmi tutmak için harcadığından yalpalayarak yürüyordu. Mavi Oda’yı şeytanları savuşturan bir haç gibi tutuyordu. Yürürken bir yandan da inanmaz bir sesle,” Resimlerim var. İlgilenir misiniz? Çok güzel tablolar bunlar,” diye bağırıyordu. Böyle su dahi içmeden ne kadar yürüdü farkında değildi. Bir sesle irkilene kadar bir labirentte gibi aynı sokakları dolaşıp durdu.

Kendine gelip sesin geldiği yöne döndü. Sarı saçları boynunu anca öpebilen, beyaz bir elbise giymiş orta yaşlı bir kadın ve yanında neşesini uçuş uçuş bir etek gibi üzerine giymiş tebessüm eden bir genç kız kendisine bakıyordu. Orta yaşlı kadın, “Kaç kez seslendik arkanızdan. Kızım elinizdeki resmi görünce sürüklercesine beni arkanızdan getirdi. Pek dalgın görünüyorsunuz. O kadar seslendik. Dönüp bakmadınız,” dedi. Güçlükle, “Affedersiniz. Yorgunluk. Kulaklarımda iyi işitmiyor,” diyebildi. Kuş gibi konuşan kız;  “Bu resim kaç para amca?” deyince kızın ağzındaki kuş gelip göğüs kafesine yer etti. Çırpınıp durdu. Kekeleyerek, “He he hediyem olsun yavrum,” dedi. Kadın, “A! Olmaz öyle alın siz şunu lütfen. Bu sıcakta zor iş” deyip elindeki parayı uzattı. Resmi satamayacağı korkusuyla parayı hemen aldı. “E madem öyle olsun” dedi. Acemice resmi bir rulo yapıp lastik bir bantla bağlayıp kıza uzattı. Genç kız teşekkür edip resmi aldı ve annesinin kendisini başıyla selamlamasıyla birlikte yürümeye başladı.

Kız yürüdükçe yer sallandı. Her adımında daha çok. Göğsündeki kuş kendini öldürürcesine çırpınmaya başladı. Kızın uçuş uçuş eteği uçup bir hastane önlüğüne döndü. Yer sallandı. Çatırtılar büyüdü.  Genzi toprak doldu. Nefes almak için iki eliyle gömleğinin yakalarını parçaladı. Bir kütük gibi sırt üstü devrildi yere. Tepesindeki masmavi gök var gücüyle üzerine çöktü. Taşlar sırtını dövüyor mavi gök göğsünü sıkıştırıyordu. Handiyse mavi bir odadaydı. Çığlıklar duyuluyor. Şaşkın çaresiz ve bir ümit gezinen insanlarla doluyor koridor. Sürekli açık bir ekranda bazı sesler çarpıyor kulağına. Depremde kurtarılan vatandaşlarımız… devletimiz ve arama kurtarma ekipleri… canla başla… yakın hastanelere…”  Beyaz bir önlük kendisine doğru geliyor. Önlük kendisine yaklaştıkça sese kemiğe bürünüyor. Adem elması büyüyor. Nefesi kesiliyor. Kulakları gürültüyle sarsılıyor. Önlük; “Maalesef kızınızı kaybettik,” diyor. Hıçkırıkları önce göğsünü sonra duvarları dövüyor. Sarsıla sarsıla, çığlık bile atamadan ağlıyor. Çığlık bile atamadan.