Reklam

Latin Amerika nehirlerinde yolculuk

Latin Amerika nehirlerinde yolculuk
03 Mayıs 2021 - 11:38
Utku Yıldırım
Su işlevsel bir metafor, devingenliğin çağrışımları metinlerde sık sık karşımıza çıkar. Afrika’nın derinliklerindeki suyun çağıltısı Karanlığın Yüreği’nde duyulur, medeniyetle barbarlık arasındaki sınırların silikleştiği noktalarda okur da kendi konumunu sorgulamak zorunda hisseder. Zıt istikametin seyrini Tayeb Salih’in Kuzeye Göç Mevsimi adlı metninde buluruz, Conrad’ın metnini tersten okumak isteyenler için birebir. Nil’den kuzeye doğru ilerleyen gemiler sömürgelerde yaşayan insanları daha iyi bir yaşama, uygar dünyaya ulaştırmaya çalışır, görülür ki Afrika’da insanlık dışı manzaralara yol açan gelişmiş ülkelerde de durum pek farklı değildir, insanlar sömürülür, ırkçılık hat safhadadır. Suyun aktığı her yerde aynı karanlığın farklı tonlarından başka bir şey yoktur, karakterler dış dünyaya uyum sağlayabilmek için her koşulda kendilerine, toplumlarına dönüp bakmak zorunda hissederler.
            Afrika’nın karşı kıyısında bambaşka bir dünya bekler okuru, ikilik bu kez insanla doğa arasındadır. Harold Conti’nin Nehirde adlı metni Buenos Aires’in yüksek binalarının uzaklardan görülebildiği, yine de insanın vahşi yanını ortaya çıkaracak kadar ıssız, tekinsiz bir nehirde, Anguilas’ta yaşayan insanları anlatır. Anguilas cangıl denebilecek bir coğrafi yapının içinden geçip neredeyse Brezilya’ya kadar varan upuzun bir nehir, kimi bölgelerine insan ayağının değmediği düşünülüyor. Sayısız kola ayrılan nehirde geçimini balıkçılıktan sağlayan Boga’nın yaşadıklarına şahit oluruz. Ömrünü nehir kıyısında tüketen İhtiyar’la karşılaşır önce, İhtiyar da Boga gibi balıkçılıkla uğraşır, sazları kesip satarak ek gelir sağlar ama teknesini yenileyecek kadar para kazanamaz. Kıt kanaat geçinen insanların sadakatten başka sunacak bir şeyleri yoktur, dolayısıyla İhtiyar ve Boga önce usta-çırak ilişkisi kurarlar, İhtiyar balık tutmanın inceliklerini ve sazları kesmenin kolay yollarını Boga’ya gösterir. Yıllar geçer, İhtiyar hastalandıktan sonra şehrin somut bir mekân olarak ortaya çıktığını görürüz, o zamana kadar ulaşılamaz bir cennet gibi dikilmektedir ufukta. Hastaneye giderler, İhtiyar zorla tedavi görmeye başlar ama ömrünün sonuna gelmiştir artık, yanında çalışan kadına, Boga’ya ve teknesini almak istediği yakın arkadaşı İhtiyar Bastos’a veda ederek ölür. Boga’nın kalmak için hiçbir sebebi yoktur artık, o da herkesle vedalaşır ve İhtiyar’ın köpeğiyle birlikte balıkçılık yaparak yaşamını zar zor sürdürür. Issız sularda kimle karşılaşacağı belli değildir, başına bela açabilecek insanlardan uzak durmaya çalışsa da en sonunda gemi soyguncularıyla karşılaşır ve silah zoruyla onlarla birlikte soyguna çıkar. Devriye gezen askerlerle karşılaştıklarında sonunun geldiğini bilir, rahatlar yine de. Bilinmeyene yolculuğu sona ermiştir, yarını düşünemediği yorucu yaşamı birkaç kurşunla sona erecektir nihayet. Medeniyetin yanı başında gerçekleşen olaylar doğanın kalbine varamayan toplumsal sözleşmeler ve kurumlar olmadan yaşamın alabileceği biçimleri gösterir, bu açıdan farklı yorumlara açık bir metinle karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Karakterler Anguilas gibi akarlar, gidecekleri yeri bilmezler, yine de tuhaf bir korkusuzlukla en olmayacak işlerin peşinde koşmaktan yılmazlar. Doğanın sertleştirdiği insan için yaşamını ortaya koymanın korkulacak bir yanı yoktur.

            Diğer bir metin, Álvaro Mutis’in Tropik Günce’si tıpkı Nehirde gibi Gabriel García Márquez’in övgüyle andığı bir eser, kayıp cennetin asla bulunamayacağının anlatıldığı bir sefer güncesi. Maqroll el Gaviero’nun tuttuğu notları ele geçiren anlatıcının sayısız kâğıt parçasını birleştirerek ortaya çıkardığı günceyi ön plana alır, aradan çekilerek Maqroll’un sesiyle baş başa kalmamızı sağlar. Maqroll Latin Amerika’nın ırmaklarında dolanan bir tüccardır, satın almak istediği ürünlerin bulunduğu yere doğru çıktığı yolculuk o kadar tehlikeli olmasa da hiçliğin ortasında seyreden gemideki kaptan ve tayfalar tuhaf davranışlarıyla Maqroll’un ilgisini çekerler. Maqroll her gece kitap okumaktan keyif alır, Dickens okuduğunu söyler başlarda, böylece güncesinin nitelikli bir anlatıyla doldurabilmesinin gerekçesini de örtük bir biçimde sunmuş olur. Günler günleri kovalarken tayfanın yerlilerle girdikleri eşcinsel ilişkilere şahit olur, kendisi de yerli kadınlardan biriyle sevişir ve bu edimini detaylarıyla anlatır. Bataklığa saplanmış gibi hisseder, korkuları çarpık cinsellikle birlikte artar ve bitmek bilmeyen yolculuğu düşünsel dünyasına çekilerek tamamlamaya çalışır. Her kayıt dış ve iç dünyanın çatışmalarıyla doludur, Maqroll yaşamını sürdürecek gücü kendini bilişsel olarak inşa etme eylemini sürdürürken varlığını yazıya yaslar, sayısız çalıyla, sazla ve bulanık su birikintileriyle dolu dünyanın tahakkümünü kırmaya çalışır. Başarılı olamayacaktır bir dönem, tropik bir hastalığa yakalanarak günlerce kendini bilmeden yatacak, yakın zamanda tanıştığı subayın yardımıyla yaşamı kurtulacaktır. Bölgedeki vahşiliği engellemek için görevlendirilen askerlerin başındaki subay Batı ülkelerinde bulunmuş, barışçıl dünyada edindiği bilgilerle tropikal dünyanın dayattığı şiddetle başa çıkabilmiştir. Maqroll’a o dünyayı anlatarak gemidekileri ve askerleri şaşırtır zira yakın ilişkiler kurduğu görülmüş şey değildir, belli ki okuyup yazan biriyle karşı karşıya olduğunu anladığı için Maqroll’a yardımcı olur. Dolaylı olarak hayat da kurtarır, satın almak istediği malların başındaki adamların pek tekin olmadıklarını söylese de hedefinden şaşmayan Maqroll ölümle burun buruna gelince subayın deniz uçağı sayesinde kurtulabilecektir düştüğü cehennemden, kısa süre sonra haftalarca yolculuk ettiği geminin kalıntılarıyla karşılaştığında ne kadar şanslı olduğunu anlayacaktır. Gemide bulduğu her kâğıda yazarak oluşturduğu bu hikâye John Updike’a göre hiçbir yere varmaz, hayatın bir metaforu gibidir. Sonsuz akışın taşıdığı her metin biraz böyledir belki, okuruna yaşamı doğrudan gösterir.