İki kitap bir ülke: Brezilya'nın kızıl kentleri
Utku Yıldırım
Rio bir labirentler dizisi, ürkünç sokakları ölümü çağrıştırarak nihayetinde somutlaştırmadan önce silah seslerine, tuhaf insanlara ev sahipliği yapacak. Türkiye’den çıkıp gelen anlatıcının eski dünyaya dair bütün inançları, değerleri boşa çıkacak Rio’da, şehrin kaosu insanlığın karanlıklarını açığa çıkarırken anlatıcının yazmaya çalıştığı metni, harfleri, noktalama işaretlerini sıcağıyla akkora çevirince bunaltıcı bir durağanlıktan başka bir şey kalmayacak sayfalarda. O kadar büyük bir şehir ki tamamen keşfedilmesinin imkânsızlığı bir yana, sokakların değiştirdiği kimlikler herhangi bir sabitliği, bilinen mekânların verdiği güveni ortadan kaldırıyor. İstanbul’dan arayan annenin sesi bile aşinalıktan uzak, sanki hiç dönülemeyecekmiş, ulaşılamayacakmış gibi duyuruyor Türkiye’yi. Kimdi anlatıcı, İstanbul’da ne yapardı, Rio’da ne yapıyor? Gizem yavaş yavaş çözülürken sadece Rio’nun karmaşası çıkıyor ortaya, uzak zamanların sağladığı dayanak çoktan yitmiş. Buzdolabı çalışmıyor, serin rüzgârdan umut kesilmiş, anlatıcının yaşamına dair detaylar bunaltının derinliğini gözler önüne seriyor. İngilizce öğrettiği kurumda öğrencilerinin bıkkınlığı bir yana, basında da herhangi bir sevincin izini süremiyor anlatıcı. Sokak çocukları 1. sınıfın okuma kitabından başka bir kitap okumamışlar, sokaktaki kadınları koruduklarını ve onları dövmediklerini söyleyerek övünüyorlar, hırsızlık yapmalarını en kötü özellikleri olarak görseler de favelalarda başka türlü yaşamak mümkün değil. Günü gününe yaşama olgusu sadece suç dünyasına değil, orta sınıfın gündelik pratiklerine de sirayet ettiği için anlatıcının kurduğu arkadaşlıklar geçici, insanın acısını dindirecek insanlar yok. Kırmızı Pelerinli Kent’i yazmaya çalışan anlatıcı üst kurmacanın iyi bir örneğini sunuyor, kurguyu gerçek yaşamdan söküp alarak içine düştüğü labirenti anlatı haline getirerek kendini sağaltmaya çalışıyor. Olasılıktır, insan kendini yazarak iyileştirebilir ama Rio’nun kızıl gökleri açık bir yara gibi duruyor yukarıda, müzik bile sıcağa dayanamayarak detone seslere dönüşüyor, anlatıcının gerçeklik algısı bozularak dışarıdaki şiddetle uyumlu hale geliyor. Durmadan patlayan silahlar anlatıcının az ötesinde kayıp giden yaşamların ağırlığını da yüklüyor omuzlara, coğrafya bir kez daha kader olduğunu hatırlatıyor. Ölümün verdiği soluk kapının hemen ötesinde, anlatıcı içerideyken korunsa da çağrıya kulak verip Rio’nun günlerine ve gecelerine karışınca o da şehrin kaderinin bir parçası haline geliyor ve ensesine dayanan namlunun soğuğu belki de çok uzun zamandır hatırlayamadığı ferahlığı getiriyor. İroni tam yerinde: Yaşamın en katlanılır zamanı son adımla birlikte çıkıyor ortaya.
Brezilya’nın iki bölgesinden iki hikâye, birinde milyonlarca insanın arasında sürdürülen yalnız yaşam, diğerinde birkaç insanla birlikte yaşayabilmek için korkunç bedeller ödeyen Adam’ın bir yılı. Latin Amerika’daki yaşamı görmek için büyük pencerelerden bakmak gerek, bu metinler olabildiğince duru, derin bir görüş sağlıyor.