Reklam

Dünyalı ve dünyalı

Dünyalı ve dünyalı
07 Temmuz 2021 - 13:16
Utku Yıldırım 
The Man From Earth’te John Oldman akademisyen arkadaşlarının ısrarlarıyla, biraz da kendi isteğiyle hikâyesini anlatır. Akıl almaz bir hikâyedir anlattığı, binlerce yıldır yaşayan Oldman bulunduğu coğrafyanın değişimine, devrimlere ve sayısız önemli olaya şahitlik etmesinin yanında dünya tarihini derinden etkileyen belli başlı hadiselerde de başroldedir. Arkadaşlarının şaşkınlığı artarken yaşamının mihenk taşlarının aslında dünyanınkilerle bir olduğunu görürüz, bir adam neredeyse tek başına bütün insanlık tarihini değiştirmiştir. Hikâyesinin açıklarını arayan arkadaşları uzmanlık alanlarına dair sorular sordukça Oldman’ın cevaplarıyla karşılaşırlar, her soru başka bir cevaba ve her cevap başka bir soruya yol açmaktadır. Oldman bir bilimkurgu romanı üzerinde çalıştığını söyleyerek anlattığı her şeyin bir kurmacadan ibaret olduğuna dair açık kapı bırakır, işin içinden çıkamayacağı noktaya geldiğinde bu kapıdan geçerek akıl hastanesine atılmaktan kurtulur. Yaşamını tehlikeye bile bile sokmasının sebebini düşününce yalnızlıktan bunalan çaresiz bir adamın yapabileceği en içten şeyin biricik hikâyesini anlatmak olduğunu, böylece binlerce yılın ıssızlığını bir nebze olsun dindirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Yaşamı boyunca birkaç kez âşık olsa da yaşlanmadığı ortaya çıkınca eşleriyle çocuklarını arkada bırakmaktan başka yol kalmaz, yazılı kayıtlarla iş yapmaya başlayan modern dünyada evrakta sahtecilik suçundan birkaç kez hapse girmesi sevdiklerinin başına bir şey gelmemesi için onları terk etmesi gerektiğini öğretmiştir.

            Zamanı Durdurmanın Yolları’ndaki Tom Hazard’ın benzer bir problemi var, o da yaşlanmıyor. Oldman gibi 30.000 yaşında değilse de 500 yaş az sayılmaz. Cadı Avı sırasında, insanların korkarak yaşadığı bir çağda doğması işini daha da zorlaştırıyor, binlerce yılın tecrübesine sahip olmadığı için annesini cadı avcılarından kurtaracak hamleleri düşünemediği için kaçmaktan başka çaresi yok. Zaman zaman Londra’da bulunarak kalabalıkta izini kaybettirmeye çalışsa da avcılardan kurtulmak kolay değil, yakalanmanın kıyısına geldiği zamanlarda şansı yardım etmese annesinin kaderini paylaşabilirdi. O da hikâyesini anlatıyor bir zaman, 2000’li yıllarda çalıştığı okulun öğretmenlerinden birine âşık olunca kendisini gizlemeye ne kadar uğraşırsa uğraşsın âşık olduğu kadına karşı ağzını sıkı tutamıyor, riskleri göze alarak gerçeği bütün çıplaklığıyla dile getiriyor. Kadının onu bir yerden tanıdığına dair düşüncelerinin de etkisi var, kadın 1920’lerde çekilmiş bir fotoğrafta Hazard’ı gördüğünden emin. Aşktan veya yalnızlıktan, öyle veya böyle hikâyelerimizi anlatıyoruz, belli bir eşiği geçtikten sonra yaşama mal olmasının önemi kalmıyor.

            Hazard gençliğinde Shakespeare’le birlikte aynı tiyatro topluluğunda çalışıyor, oyunlar için müzik yaparak geçiniyor, Oldman’sa Van Gogh’la birlikte resim sanatının inceliklerine dalarken Buda’yı “dünyadaki en parlak zihin” olarak anıyor. Upuzun bir yaşamın avantajı insanlardaki farklılığı, zenginliği görebilecek kadar tecrübeye sahip olmak belki, şanstan ziyade çağın sesini dinlemek ve geleceğe yön verecek insanları sezebilmek önemli.
            İkisi de tarih öğretmeni, Hazard bir lisede alt sınıfın çocuklarına tarihi sevdirerek öğretiyor, önemli olaylardan kendisi de oradaymış gibi bahsedince çocukların yavaş yavaş şüphelenmeye başladığını düşünerek kendini durdurmaya çalışıyor ki foyası açığa çıkmasın. Benzer bir durum Oldman’da da var, üniversitede verdiği derslere katılan öğrencilere göre Oldman sanki gerçekten anlattığı zamanlarda bulunmuş da şahit olduklarını anlatıyor. Tarihin kurmacaya yakın yapısıyla gerçekliğin ayrışamadığı nadide noktalar bunlar, tarih yazımının objektifliğini düşündürüyor.
            Yakındıkları konuların başta geleni insanlığın hiçbir zaman “öğrenmemesi”. Tom’un akıl hocasına göre kâğıttan öğrenilenlerle bizzat deneyimlenenlerin arasında uçurum var, bu yüzden geçmişten ders alınamıyor, üstelik “mayıs sinekleri” bu uçurumu görebilecek kadar uzun bir ömre sahip değil, ortalama yetmiş yıl dünyanın seyrini değiştirebilmek için yeterli değil. İnternet, akıllı telefonlar, teknolojik her gelişme bir Roma İmparatorluğu olarak insanın karşısına çıksa da her imparatorluk günü gelince bir daha hatırlanmamacasına yıkılıyor, hatalardan ders çıkarmak için karanlık çağlara dönmekten, o zamanların yavaş dünyasında yaşamaktan başka çare yok. Oldman da hep aynı hataların tekrar edilmesinden yakınsa da biraz daha umutlu, insanlık için hiçbir şeyin geç olmadığını söyleyerek gelecek günlerin mutlulukla dolu olabileceğini söylüyor. Temelsiz bir umut bu, vahşi kapitalizm ortadan kalkmadığı sürece somut bir kurtuluştan söz etmek mümkün değilse de 30.000 yaşındaki adamın görüp geçirdiği çağlar tüketime ve bencilliğe odaklı dünyanın daha iyi zamanlarını da ele almamızı gerektiriyor, sürdürülemez bir düzenin değişeceği uzun vade Oldman için oldukça kısa. Umudunun dayandığı nokta değişimi görebilecek kadar uzun yaşayacak olması.
            Hazard sekiz yılda bir, Oldman on yılda bir yer değiştiriyor. Oldman kendi oğlu rolüne bile bürünüyor bazen, “babasının” arkadaşlarıyla birlikte çalışıyor, yaşlanmadığı sezildiği zaman birkaç eşyasını toplayarak hemen başka bir yere göçüyor. Hazard dünyanın çeşitli bölgelerine giderek izini kaybettiriyor, bu şekilde hayatta kalıyor. İlkel toplumlarda ikisinin de tanrı olarak görülmeleri şaşırtıcı olmaz, ölümsüzlükten daha kutsal bir şey yoktur.
            Matt Haig’in Jerome Bixby’den esinlendiği bariz, Oldman Hazard’dan kurgusal olarak da yaşlı. Yine de ortaya konan iki metnin kendine özgü nitelikleri var, okumaya değer.