Reklam

Niçin kuşlar kadar hür değilim?

Niçin kuşlar kadar hür değilim?
07 Mayıs 2021 - 11:59
Neslihan Yiğitler
Var olanın kaynağı, anlamı ve nedeni… Belki de ilk düşünce böyle ortaya atıldı. İnsan, varoluşunun nedenini sorgularken ona duygu, hayal ve güzellik eklemeye başladığı anda da sanat doğdu. Her ne kadar birbirinden ari de görünse felsefe ve sanat daima iç içe oldu, olacak. Şair filozof, filozof ise düşüncelerine kurgu ekleyerek romancı oldu yer yer. Birçok edebiyatçının da eserinde varoluşu, hesaplaşmayı sorguladığı hatta yazma nedeni bulduğu çok açık. Bu açıdan bakıldığında edebiyat eserinin kişinin ufkunu açtığı, ona yaşamla ilgili yeni görüşler sunduğu yadsınamaz. Bunun yanı sıra edebi eser, çağlar boyu olay örgüsü ve karakter yaratımıyla felsefenin soyut kavramlarını ete kemiğe büründürerek de okurun somut algılamasını sağladı. Bu işlevle edebiyat, kendisini de salt estetik zevk olmaktan çıkarıp kaygı, umutsuzluk, geleceğin belirsizliği, insanın anlam arayışı gibi konularda derinleşerek bunları ifade edebilen bir etkinlik alanı, sanat dalı haline getirdi. 19.Yüzyıl Rusya’sına baktığımızda yaşadığı çağın atmosferini, Petersburg’ta yaşanan günlük olayları, bu olayların kişilerde bıraktıklarını anlatırken girdiği hesaplaşmayla Fiyodor Dostoyevki, edebi eserlerde varoluşçuluğun temelini atmıştır.

Onun, 1845 yılında yazmaya başladığı “İnsancıklar” romanı bir yılda yayına hazır hale gelmiş. Yirmi üç yaşındayken kaleme aldığı bu roman, Rus edebiyatının ilk toplumsal romanı sayılmasının yanında kendisini de basıldığı andan itibaren tanınan bir edebiyatçı haline getirmiş. Eleştirmen Belinski’nin “Yeni bir Gogol doğuyor” dediği eser, okuru tarafından büyük ilgi görmüş.
Elli yaşlarındaki Makar Alekseyeviç’in uzak akrabası Varvara Alekseyav ile birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşan eser, dönemin Rusya’sında yaşanan yoksulluğu tüm çıplaklığı ve gerçekliğiyle gözler önüne sermekte. Kitabın gelişme bölümüne kadar dönemde yaşananları tüm ayrıntılarıyla anlıyor ve özümsüyor okur. Gelişme bölümünden itibaren ise Dostoyevski’nin insanı anlamaktaki maharetiyle yaratılmış bir merak duygusu kaplıyor ve bu merakla soruyoruz “Acaba âşıklar mı?”
Mektuplarda yalnız bir kentin, belirli sayıda kişilerin ve kısa bir dönemin anlatılmasına karşın eserin günümüz insanın ruhuna ulaşması, yaşadığı kente benzetmesi bu yüzyılda duyumsayarak içselleştirmesi yazarı evrensel kılan en önemli unsur elbette. Onun, geçim sıkıntısı, bir başkasını kendisinden çok önemsemesi gibi insani duyguları gözler önüne serişi eseri unutulmazlar arasına sokmakta. Kaleme aldığı olay örgüsüyle insanın derinlere ittiği ve söylemediği iç dünyasını katmanlara ayırarak açmakta. Etik ve doğaüstü değerleri, ideal insan modelinde ya da sıra dışı yaşantılar yerine insani acılar, sıradan sevinçler, ihtiyaçlar düzleminde göstererek zaman zaman gözyaşı kimi zamansa öfke yaşatarak anlatmayı başarmış. Varsıllığın insan yaşamındaki yıkıcı gücünü tepeden tırnağa hissettiğimiz bu eseri Dostoyevski’nin sadece yirmi üç yaşındayken yazdığı tekrarlamaya değer. Üstelik bu bıçak sırtı konuyu hiçbir duygumuzu kötüye kullanmadan, acıma duygumuzdan yararlanmadan olanı anlatma bilgeliğiyle yapabildiğinin altı bir kez daha çizilmeli.
“…Nedense, bahar insanda sıcak ve mutlu hisler uyandırıyor. Tabiatla birlikte insanın duyguları da canlanıyor. Ben ki hayatta dikili ağacı olmayan zavallı bir ihtiyarım. Düşünebiliyor musun? Ben bile hayal kurabiliyorum! Belki kızacaksınız ama yeni bir kitap aldım. Oldukça duygusal psikolojik ağırlıklı bir kitap. Kitabın başında bir de şiir var. Ah, niçin kuşlar kadar hür değilim? Beni duvarlar arasına esir eden bu bağlardan nasıl kurtulacağım? Daha bunun gibi hoyratça fikirler. Neyse, geçelim bunları, nemize lazım?”