Reklam

Yuva

Yuva
07 Mayıs 2021 - 11:44
Barış Can Ceyhan
Hafta sonunun bana verdiği yetkiye dayanıp, sabahın öğlene doğru yanladığı saatlerde uyandım o gün. Yine de göz kapaklarım, Yeşilçam filmlerinde Erol Taş zulmüne maruz kalan sevgililerin elleri misali zar zor ayrıldılar birbirlerinden. Böylece mahmur gözlerim merhaba dedi kutsal cumartesi sabahına.

Bu cumartesi başka olacaktı, yani bu defa gerçekten başka olacaktı. Planlarım hazırdı, kendime bir kahve yapacak, balkona tek kişilik koltuğumu atacak, orada oturup kahvemi yudumlarken, en az elli sayfa kitabımı okuyacaktım. Hadi yirmi diyelim. Ardından da eşofmanlarımı giyip, sahile inecek ve yarım saat tempolu yürüyüşümü yaptıktan sonra… Planı düşünmekten yoruldum ve kendimi salondaki, henüz çekme özelliğini kullanmanın nasip olmadığı çekyata serbest düşürdüm. Vücudum çekyatla buluşmadan, henüz havadayken, orta sehpada duran televizyon kumandasını da elime alabilmiştim neyse ki. Bu çevik halimle gururlanmanın yanı sıra, kendimi sehpaya uzanma derdinden kurtardığım için de sevinçli başlamıştım güne.
Tahminen ilk “gugu gu gu gugu” sesini tam da o anda duymuştum. Mutfak penceresinden geliyordu ses. İstanbul’ u evden bozma kümeslerle baştan başa donatma arzusuna yenilen müteahhitlerin eseri, bir oda bir salon, açık mutfak, açık hol, açık her yer evlerdendi evim. Haliyle mutfak penceresi aynı zamanda salon pencerem oluyordu ve işte bu mutfak salon penceresinin hemen önünde duran saksıya yerleşen kumruyu gördüm. Bir zamanlar renkli çiçeklerin kök saldığı bu küçük, beyaz, porselen saksı, benim sulamayı unutmam neticesinde, çiçeğin hakkın rahmetine kavuşması ile çiçeksiz, sek toprak vaziyetinde varoluşunu sürdürüyordu. Taze sevişmiş kumrular için belediyeden imar izni alınması gerektirmeyen, kendin dal taşı, kendin yumurtla, ideal bir yuva oluvermişti ben farkında bile olmadan.
Yavaşça yattığım yerden kafamı kaldırıp, pencerenin önünde bulunan lavabodan yükselen kirli bulaşık dağının arasından gördüğüm kadarıyla kumruyu izlemeye başladım. Çok zarifti, güzeldi. Üstelik biraz da korkuyor gibiydi. Başını çevirmemişti ama sanki profilden o da beni kesiyor gibi hissetmiştim. Her ne kadar dışarda da olsa, pencere kenarı da mülkiyetime dahildi ve evimde mülteci bir kuş istemiyordum. Elimle hareketler yaparak korkutmaya çalıştım, bağırdım ama cevaben sadece kıçını dönmekle yetindi. Biraz içerlesem de çaktırmadım, biraz bekler gider dedim, aldım kumandayı elime tekrar ve gezinmeye başladım, o kanal senin, sahi bu boktan kanallar kimin?
 Diğer sabah kanepede gözlerimi açtığımda, haftada yaklaşık yirmi kez tekrarı verildiğinden, zaplama esnasında devamlı maruz kalarak pasif izleyicisi olduğum bir dizi açıktı televizyonda. Ama aklımı meşgul eden bir soru vardı ki, televizyonu bile kapatmama fırsat vermeden tüm bedenimi ele geçirmişti; bu salak kuş hala orada mı?  Doğrulup hemen pencereye doğru baktım ki ne göreyim, benim kumru orada olduğu yetmezmiş gibi bir de yanına ‘lar’ eki gelmişti. Anadolu’dan kopup İstanbul’ a gelen ve hemen peşi sıra tüm köyü şehre toplayan muhtar ruhlu bir kumru ile karşı karşıyaydım anlaşılan. Yakında penceremin önü bir gece yuvalandı mahallesine dönüşecekti. Bu korkunç ve saçma fikirlerden uyanmamı bir parça dal sağladı. Yeni peydah olan erkek kuş, ağzında getirdiği dal parçasını saksıda tüneyen dişi kuşa uzatmış, o da yine gagası marifetiyle bu dalı alıp yuvalarına özenle yerleştiriyordu. Elbette bu işten anlamıyordum, karşımda duran kuşlardan hangisi dişi hangisi erkek, veyahut gökkuşağına vurgun iki kuşun yasa dışı yollardan evlat edindiği bir yumurta meselesi mi var bilemiyordum ama bunlar önemli değildi. İki gaga bir araya gelmiş, saksıyı seyran ederlerken bana - affedersiniz ama - bok yemek düşerdi. Etkilenmiş olmalıyım ki geçici oturma izinlerini o an verdim mülteci kuşların. Elbette camın önüne sıçmamak, batırmamak şartıyla.
                İçten içe kumru çiftine kıyak yapmak istiyordum, su vereyim, ekmek vereyim misali ama ya ürkerler de kaçarlarsa diye de korkuyordum. Zaten aralarında bir nöbet sistemi vardı. Biri yuvada, yumurtayı beklerken, diğeri uçup gidiyor, yiyor, içiyor ve sonrasında da nöbeti devralmak üzere dönüyordu. Erkek kumrudan biraz şüpheleniyordum, gitti mi gelmiyordu hergele. Hanım, çoluk çocuk ne yedi ne içti demiyordu ama sesimi de çıkarmıyordum lohusa dişi kuşu üzmemek adına. Ara sıra çocuğu komşuya, yani bana bırakıp ikisi de kayboluyorlardı ortadan. İşte o zamanlar, hem korumak hem de hoşuma gittiği için uzun uzun izliyordum minik, beyaz, savunmasız yumurtayı. Hadi diyordum çık artık, çık da uzaktan da olsa seveyim seni. Sonra annesi gelince, o yumuşak, sıcacık tüylerin arasında, olabileceği en güvenli yerde kayboluyordu yumurtacık.
                Kumrularla komşuluğuma iyiden iyiye alışmıştım. Evin içinde, özellikle de mutfakta ani hareketlerden kaçınıyor, kahvaltılarımda yumurta kullanmıyordum. Artık bu evde yalnız değildim, evin dışının ve içinin reisi olmak omuzlarıma ağır bir sorumluluk yüklemişti. Lavaboda kirli bulaşıkları biriktiremez veya toz topaklarıyla yaşayamazdım. Yıllar sonra evi adam etmek için çabalamaya başlamıştım tekrar. Bu şekilde yuvarlanıp gittiğimiz, mutlu, mesut ve ne zaman çatlayacak acaba bu yumurta meraklı günlerimiz, bir sabah dışardan gelen kara, tehditkar, sinir ve hatta moral bozucu sesle sekteye uğradı. Çalışma masamdan kalkıp pencerenin önüne yaklaştığımda ise sesin kaynağını gördüm; karşı apartmanda, evimle aynı hizadaki bir evin balkon demirine tünemiş, evimi röntgenleyen kapkara bir karga. Elbette izlediği ev değil, yuvanın içindeki yumurtaydı. Uzun zamandır yabancısı olduğum bir duygu çaldı kapımı o an. Yani elbette son vapuru kaçırmaktan, büyük heveslerle aldığım bir ürünün kargoda kaybolmasından ve benzeri lüzumsuz şeylerden korkuyordum ama sevdiğim birini kaybetme korkusu benim köye uğramıyordu ne zamandır. O esnada aklımdan birçok şey geçti; camı açıp kışkışlasam ya da bir şeyler fırlatsam gider miydi ki? Ama bu defa bizim çocuklar da korkabilirlerdi. Neyse ki tipsiz karga, bakışlarımdan nefretimi okumuş, uçturup gitmişti uzaklara. Lakin yerimizi öğrenmişti, artık güvende değildik…
                Artık evin neresinde, ne işle uğraşıyor olursam olayım kulağım pencerenin dışında, gözüm kumruları teftişteydi. Yok yok, bu böyle olmayacak diyerek, evdeki çalışma masamın üstünü, mutfak tezgahına taşıdım. Artık kafam rahat bir şekilde, kumrular karşımda çalışabiliyordum. Ancak yine de düşmanımı hafife almamalıydım. Ne de olsa karşımda zekası ile belgesellere konu olmuş bir hayvan vardı. Benim zekam ise yerel kanallardan bile talep görmemişti. Ne yazık ki bu konuda endişelenmekte haksız olmadığım da kısa sürede kanıtlandı.
                 En savunmasız anımda yakalandım, daha doğrusu yakaladı. Bu planlı bir saldırıydı, emindim. Kah kumrularımla konuşarak, kah solo takılarak çalıştığım güneşli bir günün öğle saatlerinde, tuvalete gitmek üzere nöbet yerimi terk ettim. Tam ihtiyacımı görürken, birden pencereden o uğursuz sesi işittim. Ama durum bu defa farklıydı, ses çok yakından geliyordu. Uçarak ve bir yandan da eşofmanımın önünü çekiştirerek gittim olay mahalline. Bir de ne göreyim, o koca karga, kusursuz bir iniş yapmış bizim pencere önüne. Saksıya iyice sinmiş kumru ise korkuyla dolmuş minicik gözleriyle birkaç kuş sıçraması uzaklıktaki kargayı izliyor. Nasıl kendimden geçip tuhaf hareketler yaptıysam, kargayla beraber kumru da uçup gidiyordu az kalsın. Belayı defetmiştik ama bu defalık. Sütten ağzım yandığından, yoğurda karşı tavırlıydım artık. Öyle zırt pırt işemeye gitmiyordum. Geceleri de mümkün olduğu kadar geç yatıyor, gece yarısı sebepsiz uyanışlarımda da mutlaka kontrol ediyordum saksı sakinlerini.
Karganın pencere önü çıkarması üzerinden birkaç gün geçmişti, akşamüstüydü. Mutfak tezgahı ofisimde çalışırken durdum birden. Telefonumu çıkarıp kumrunun fotoğrafını çektim. Sonra, beklemeye başladım. Bekledim. Elimde telefon, usanmadım bekledim ve nihayet… Kumru sanki anladı neyi beklediğimi, acımıştı bana, birazcık öne doğru hareket etti ve altından görünen yumurtanın fotoğrafını çekmeme izin verdi. Anneme yolladım iki fotoğrafı birden. Banka dekontlarının, özel günlerde atılmış klişe mesajların ve karşılığında gelen aynı klişe teşekkür cümlelerinin oluşturduğu konuşma ekranımızın tüm ahengini, alışılmışlığını darmaduman eden iki fotoğraf. Üstelik attıktan sonra da pişman olmadım.
Kanat sesi. Yüksekten düşen ağır bir cismin yere çarpma sesi…
Başımı telefondan kaldırmadım. Yazılar sulandı, okumakta zorluk çekiyordum ama okumuyordum zaten. Zekiydi düşmanım, çok zekiydi.
Pencereyi açıp, aşağıya bakmadım. Sokağa çıktım ama pencerenin baktığı otoparka inmedim. Koşa koşa çiçekçiye gittim. Dedim ki, kocaman uzun bir saksı istiyorum, pencerenin önünü kaplamalı. Bir de içini de dolduracak kadar toprak. Yo hayır, çiçek istemem. Toprak olsun yeter, onlar gerisini halleder. Kumru toplu konutu diye bir şey duymuş muydunuz spreyli çiçekçi bey? Ben de duymadım, ilk bana kısmet olacak inşallah. Tam o anda karşımda duran duvara bir karga kondu. Benden yarım metre kadar yükseğe. Gözlerini dikti gözlerime. Çok karaydı. Yerden bir taş alıp ona fırlatmak istedim, öfkeden patlayacaktım neredeyse. Ama yapmadım. Onun yerine gülümsedim kargaya, meydan okurcasına. Telefonumu çıkarıp, annemi aradım. Şaşkın bir sesle açtı telefonu.
“Nasılsın anne?.. Yok yok, kötü bir şey yok panik yapma. Şey diyecektim, bana gelsene bugün. Hem evimi görmüş olursun hem de kumrulara yuva yaparız beraber. Ne dersin?”