Reklam

Modern olanla kadim olanın dansı: Medeniyeti sözcüklerle kurmak

Modern olanla kadim olanın dansı: Medeniyeti sözcüklerle kurmak
19 Ağustos 2021 - 11:54
Utku Yıldırım
Derek Walcott ulusların hikâyelere ihtiyaç duyduğunu gösteren yazarlardan biri, 1992’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasını sağlayan metinleri küçük bir Karayip adası olan St. Lucia’nın tarihini destanlara denkleyerek dünyanın ücra bir köşesinde akıp giden yaşamları ölümsüzleştirmiş. Walcott’ın en bilinen eseri Omeros olsa gerek, adada yaşayan kamyon şoförleri, balıkçılar, çiftçiler Homeros’un metinlerindeki karakterlerin yansımaları hâline gelerek kaderleriyle boğuşmuşlar, böylece modern edebiyatla kadim metinler arasında doğrudan bir bağ kurulmuş ve insanlığın temel miraslarından biri günümüze taşınmış. Martin Puchner bu aktarımı yerinde görmek için adaya gidip insanlarla konuşmaya başladığında Walcott’ın metinlerinde yer alan karakterlerin torunlarıyla karşılaşmış, hatta balıkçılardan biri dedesinin de ünlü yazarın bir eserinde çocuk haliyle yer aldığını söylemiş. Tuhaf, mitolojinin köklerinin ilkel gerçekliklere dayandığı söylenir de böylesi bir bağa doğrudan şahit olmak insanı binlerce yılın da şahidi yapmaz mı? “Karayipli Homeros” ulusunun sesini duyurmasa dünya mirasının bir parçası eksik kalacaktı, ne büyük kayıp!

            Walcott’ın eline silahını, yanına ordularını alarak dünyayı fethetmeye niyetlenen bir hayranı yok neyse ki. Büyük İskender hem Yunanca hem de Makedonya’da konuşulan dağ lehçesini bilirdi ama gittiği her yere hakiki Yunan dilini ve kültürünü götürdü, her ne kadar fethettiği yerlerin kültürlerini benimsese ve bu yüzden komutanlarının tepkisini çekse de amacı bütün dünyayı tek bir medeniyetin ışığıyla aydınlatmaktı. Darius’u yendikten sonra elde ettiği ganimetlerden biri küçük ve değerli bir kutuydu, Homeros’un metnini bu kutuda muhafaza eden Büyük İskender Hektor’un, Akhilleus’un ve daha pek çok karakterin epik mücadelesini yaşatmaya çalıştı, tanrıların gazabını kendi gücüne kattı ve gidebildiği yere kadar gitti, bilinen dünyanın çok ötesinde kendi İlyada’sını yazmaya, daha doğrusu yaşatmaya çalıştı denebilir. Kuşatılan bir şehrin surlarından tek başına atladığı, yanına gelen iki korumasıyla birlikte uzunca bir süre çarpıştığı ve askerleri nihayet yetiştiğinde onu yaralanmış ama hâlâ kılıç sallar halde buldular, kendini Akhilleus olarak gördüğü söylenebilir mi? Pers hükümdarları gibi o da tanrı olduğuna inanmaya başlamıştı, bu inancını Yunan şehir devletlerine zorla kabul ettirdiyse de Spartalıların, “Madem İskender tanrı olmak istiyor, o halde bırakın tanrı olsun,” dediği söylenir. Büyük İskender kendini ilahi bir güç bildi ve sahip olduğu dünyayı bütünüyle görmek istedi, bilinenin bir ucundan diğerine gitmesinin temel dayanağı budur.
            Hikâyeler medeniyeti biçimler, yeniden üretir, hatırlatır. Gılgamış’ın hikâyesi bu açıdan oldukça önemlidir, Austen Henry Layard 1800’lü yılların ortalarında efsanevi Ninova kentinin kalıntılarına ulaştığında hikâyenin tarihe dönüşebileceğini göstermişti, bundan daha da önemlisi ortaya çıkardığı Gılgamış Destanı’nında yer alan Tufan’la ilgili bölümlerin yarattığı şaşkınlık olsa gerek. Kutsal metinlerde yer alan bir hadisenin unutulmuş bir destanda yer alması Viktorya dönemi İngiltere’sinde büyük yankı uyandırmış, İncil’deki tufan hikâyesinin daha eski olan Gılgamış Destanı’ndan ödünç alındığı ya da her ikisinin de çok daha eski bir metne dayandığı kabul edilmiş. İlginçtir, aynı hikâyenin değişik versiyonları Polinezya kültüründe de var olduğu için prototipin nerede ortaya çıktığını merak ediyor insan. Dünya tek bir hikâyeden ibaretmiş gibi, sadece geriye doğru iz sürerek hikâyenin kaynağına ulaşmak ve nasıl çeşitlendiğini bulmak gerekiyor.
            Destanlar kudretli krallarla varlıklarını sürdürdüler, Asurbanipal sayesinde okuyabildiğimiz Gılgamış’ın maceralarının yanında Homeros’un metinlerini Büyük İskender’e borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Kutsal kitapların ortaya çıkışı nasıldı peki? Sözlü kültürle yayılan kelam varlığını hafızalarda sürdürdü, nesilden nesle aktarıldı, kulluk ve itaat sayesinde uzunca bir süre var oldu ama çağların ötesine uzanmak için yazıyla desteklenmesi gerekiyordu. Tarih boyunca sürgünlerle boğuşan, katliamlara maruz kalan Yahudiler için ihtiyaç haline gelen kayıt tutma pratiği Ezra’yla birlikte hayata geçti, MÖ 458’de Ezra’nın çağrısına uyanlar hayatlarını geride bırakıp atalarının topraklarına göç ettiler, Babil’in kuzeyinde toplandılar ve en sonunda Kudüs’e doğru yola çıktılar. O görkemli krallıktan geriye pek bir şey kalmamıştı, Yehova’nın tapınağı dışında ayakta kalan bir yapı yoktu. Her şeyi yeni baştan inşa etmek için gereken gücü yazıda buldu Ezra, yanındaki parşömen tomarlarını çıkarıp halkına göstererek insanların ilk kez metin formundaki tanrılarına tapınmalarını sağladı, böylece hem şehre hem de yeminlerine bağlılıkları tazelendi. Hikâyelerin kazandığı kutsallık yazı sayesinde yayıldı ve Ezra’nın halkını bir arada tutma çabası başarıya ulaştı, böylece Yahudilik karşılaştığı onca olumsuzluğa rağmen varlığını sürdürmeyi başardı.
            Martin Puchner’ın araştırması bizi biz yapan hikâyelerin nasıl ortaya çıktığını ve hangi koşullarda yayıldığını gösteriyor, bu hikâyeler mitolojiden doğduğu gibi sonradan mitik bir nitelik de kazanan anlatılar olarak düşünüldüğünde insanın kendine bakışının belli bir ölçüde kurmaca ve tarihsellikle mümkün olduğunu anlatıyor.