Reklam

Dulgüldüren

Dulgüldüren
05 Temmuz 2021 - 12:52

Şebnem Barık Özköroğlu 
Üçüncü çekişte aldı tulumba. Hafif sola kaymış ağzından buz gibi, köpüklü bir su akmaya başladı. Her zamanki müstehzi gülüş yayıldı Gülnur’un yüzüne. Yıllardır çektiği emektar tulumbanın o küflü ağzındaki dil, içeri kaçıp da geri gelirken sanki “kaltak” diyordu. Her çekişte yosun tutmuş bu yamuk ağızdan ”kal-tak, kal-tak” diye bir ses çıkıyordu bayağı. Gülnur yine bir cıkcıkladıktan sonra ellerini uzattı. Bir çift kar beyazı elle birlikte pahalı kelepçeleri de girdi suya. Düğünde kaynanası taktığında bileğinden yere dökülüverecekmiş gibi duran bilezikler, şimdi bu bilekleri hayat gibi sıkıyordu.

Yüzüne çarptığı suyla kendine geldi. Başından sıyırıp tombul avuçlarında yumak yaptığı tülbendini suya tuttu. Tülbendin kenarlarındaki pembe kuşlar çırpınmaya durdu ama uçamadı hiçbiri. Beyaz sabun kokusu yayıldı avluya. Şimdi iyice sıktığı örtüsünü gülün dalına da astığına göre bütün iş bitmiş demekti. Teneke saksılardaki sardunyalar sulanmış, beyazların arasına karışmış afacan bir pembe sardunya, kırmızı çiçekli olanların yanına alınmış, yine de neşesinden bir şey kaybetmemişti. Çarşıya indikçe aldığı toprak saksılarda bir üst sınıfın çiçekleri vardı: küpeli, rozet, aşk merdiveni,… Avludaki bütün ağaçların dibini de iyice doldurmuş, taş avlunun her yerini bir güzel yıkamıştı.

Ezan sesiyle daha bir mübarek koktu toprak. Akşam… “Gel… Gel bakalım.” dedi Gülnur. Her şeyle konuşurdu böyle. Akşamla, fesleğenle, terliklerle… En edepsizleri tulumbaydı tabiî. En sevdiği de. Akşamı sevmezdi. Akşam seslerle, sarı dişlerle, tütün kokusu ve kirli çamaşırlarla geliyordu; çocuklar kuduruyor, köpekler hiç yoktan havlamaya duruyordu. İşler bittiğinden kaçacak yer kalmıyor, karanlık, ağır bir perde gibi iniyordu göğsüne. İşte şimdi olduğu gibi yere göğe sığamıyordu. Gerçi bu akşamki sıkıntısı başkaydı, birini bekliyordu.

Kapının sesini duyduğunda yerinden ok gibi fırlayamadı. İki çocuğu aynı anda misafir etmiş karnı kiracılarından sonra eski günlerine dönememiş, kocaman ve ağır bir yastık gibi kalmıştı kucağında. Allah’tan uzun bacakları kalçalarının genişliğini affettiriyordu da akça pakçalığıyla bayağı güzel bir kadın gibi görünüyordu. Yine de kocası, oğlanlar ve otuz yedi yıllık bu hayat çabuk yormuştu onu. Kapıyı açtığında bir gölge gibi akıverdi içeri misafir. Nerde kaldın kız Fidan? Sabırsızlık, öfke, yalandan azarlama, güven, yoldaşlık, korku… Hepsi vardı bu soruda. Fidan hepsini göğüsledi. Ancak kaçabildim evden, abla. Anamın akşam telaşını bilmez misin? Çocukların önüne ekmek koydum da geldim işte. Tamam tamam, hadi gidelim! Ay abla vallaha delirdin herhal! Kız daha karanlık olmadı ya, nasıl gidelim?

Akşamın bütün bulutları Gülnur’un gözlerine doldu, canı sıkıldı. İnsafsız kız devam etti: Abla, bak ben fena oluyorum vallahi. Gel bir daha konuşalım senle. Bu işin sonu hiç iyi değil. Tövbelerim olsun, etme. Gel vazgeç. Hadi güzel ablam gel vazgeç, ha? Fidan! Sen eğleniyor musun benle? Bunca zaman dayanmadım mı? Sen de gördün işte, daha geçen Zeynepgilin bebek mevlidinde, ağzını büze büze “Elindekiyle yetinmesini bilicen, bu işler böyle.” demedi mi o yelloz? Abla, ayıp ama. O ne biçim laf? Şükran yenge de sana böyle dese iyi mi? Bak Gülnur ablam, sen gençsin, güzelsin, evlatların var, aslan gibi abim bir dediğini iki etmez. Daha ne istiyorsun, Allah aşkına? O işler öyle değil Fidan, sen kolay mı sanıyorsun bunlarla uğraşmayı? Aslan gibi abisiymiş(!) Hıh… Sümsük aslan! Heba oldu gençliğim. Oğlanların peşinden koş, çamaşır yıka, yemek yetiştir, kaynanaya hizmet et, bu tavşan boku adama katlan … Aaa! Öyle deme ama, Arif Abim … Sus! Arif Abini vereyim sana istersen! Fidan taş kesildi. Daha on dokuzuna yeni girmişti ama mahalleli bir yıldır konuşuyordu arkasından.

“Daha kimse gelmemiş... E bir kolu azcık kısaymış ya, bir akrabaya söz mü vermişler, neymiş.” Eşarplarının üstünden tığı sokup kulaklarını kaşıyan, aynı tığla dantellerine devam eden kadınların ağız korosu geldi gözünün önüne. Bir türlü kapanmayan, kara kara, tükürüklü, pis ağızlar. İçi bulandı. Gülnur, kızın benzinin attığını görünce korktu.

Fidan… Öyle değil be gülüm. Öyle demeyecektim, boş bulundum. Sen ablana ne bakıyorsun. Bak, bu işte tek yoldaşım sensin. İstiyorum işte be kızım, canım çekiyor, delirecek gibi oluyorum. Gideceğim kapısına, ne olursa olsun. Fidan az önceki kırgınlığını unutmuş, karşısında ellerini dizine vura vura derdini anlatan bu kadına acımaya başlamıştı. Onun durumuna düşmemek için kendine sözler verdi. Ondan daha doğru ve olgun düşünmenin gururuyla son kez denedi.

Ablam, ben seni anlıyorum ama olacak şey değil. Hiç duydun mu bizim mahallede böyle bir şey? Şükran Yengem de Hasan Dayı da seni çok sever. Arif Abi kahvede hep Hasan Dayı’yla oturmuyor mu? Şükran Yengem tarhana ovmaya önce seni çağırmıyor mu? Temiz, eli işlek kızdır diye. Sonra nasıl bakacaksın yüzlerine? Yapma, kurban olayım, kadının rızası yok işte, yapma!

Gülnur açık yeşil penyesinin göğsündeki boncuk işlemelerin bittiği yerde kavuşturdu kollarını. Orda boncuklarla birlikte verilecek tüm olumlu cevaplar da bitiyordu. Sonra hiç konuşmadan oturdular. Gülnur hiç kıpırdamadı. Fidan birkaç kez kolunu çekiştirdi, çocukken yaptığı gibi. Kol yine uzamadı. Avluya akşamın serinliği inmişti. Hastanın yanan alnına konan ıslak bir tülbent gibi, şifalı bir serinlik. Gülnur vaktin geldiğine karar verince ellerini çözüp doğruldu. Geniş yüzündeki ufacık bir mimikle anlatıverdi gerçekten gideceğini.

Çaresiz kalktı Fidan. Alacakaranlıkta usul ve cesur sayılabilecek adımlarla yürüdüler taşlı sokağı. Oğlanlar kaynanangilde, de mi abla? Ordalar. Babam balık yapacakmış, çağırdıydılar. Fırsat bu fırsat Fidan. Bembeyaz badanalı evler akşam karanlığıyla tezattı. Saat; kocaların sofradan kalktığı gibi kahveye gittiği, kadınların çemkirerek bulaşıklara gömüldüğü, çocukların minderlere kıvrılıverdiği saatti. Küçücük mahallede Şükranların eve geliverdiler. Hiç duraksamadan kapının ipini çekip girdi içeri Gülnur. Bahçe sessiz ve karanlıktı. Yavaş yavaş yükselen bahçenin gerisindeki evde sarı, ölgün bir ışık yanıyordu. Fidan kendi kendisiyle konuşur gibi inledi: “Abla, yapma.”

Gülnur umarsız, soldaki yeni kabartılmış tarhı geçip eliyle koymuş gibi buldu mavi çinili saksıyı. Şükran en kuytuda saklıyordu kıymetlisini. İçi sevinçten dolup taşarak hiç acımadan, nerdeyse gözü kapalı uzandı saksıya, hoyrat eller çiçeğin en güzel dalını kavrayıverdi. Dal çıt etti. Fidan için bu çıt, bir bombaya eş değerdi, gözlerini sımsıkı yummuş Şükran’ın kapıyı açıp onları yakalamasını bekliyordu. Kapı açılmadı. Şükran bulaşık yıkama bahanesiyle geçmiş güzel günleri düşünüyordu, hiçbir şey duymadı. Saniyeler sonra ikisi de kendine geldi ve kapıdan akıverdiler geceye doğru. Eve dönerken kucağında erken doğmuş bir bebek gibi taşıdığı mor çiçekli dala baktı Gülnur. “Oh olsun, cancağızıma değsin!” dedi. “Aldım işte senden onu, pis Şükran!” Fidan “İnşallah tutar.” dedi. “Çalınsa bile tutmaz bu dulgüldüren, diyorlar.” Şükran çiçeği dolgun göğüslerine bastırdı. “Tutar tutar “ dedi, “Ben ona nasıl bakarım sen gör, Fidan.” Gözlerindeki bulutların yerini gökkuşakları almıştı. “Hadi, sizin evin ordan geçelim önce, yalnız dönme eve, geç oldu. Ben de bahçeden, şöyle bir marul kökleyeyim, sirkeli, zeytinli bir salata yapayım, bolca. Balığın yanında pek sever bizim oğlanlar.” Yüzünü al bastı sonra, bütün vücudu ürperdi, kıkırdadı.” Arif abine de şu dişlerini bir fırçala ülen, öyle gir yatağa derim.” Fidan da kızardı, kıkırdadı, yalandan ağzını kapattı eliyle. Gece; mor kadife çiçeğe cansuyu, Fidan’a kısmet, Gülnur’a vuslat gibi usulca indi.