Reklam

ÖYKÜ/Hacı Mimi'de bir Şinasi

ÖYKÜ/Hacı Mimi'de bir Şinasi
06 Nisan 2021 - 13:20
Işıl Aksoy 
Yokuşları hiç sevmem. Hacı Mimi, boyuna yokuş. Hacı Mimi’yi seviyorum. Ne de olsa Mimi’nin kucağına doğmuşum. Neredeyse bir asır önce. Bir ayağı bayıra değen evde. Beş taş, okul çantası, fırın kuyruğu, damatlığım, babalığım, emekliliğim sonra… Hepsi burada. Ah mahallem, ah güzel yurdum! Çok indim, çok çıktım, bir ucu denize uzanan sokaklarında. Karda, yağmurda, çamurda… Ezerek tabanlarımla Arnavut taşlarını. Yalpalarım, tökezlerim, kayarım da, düşmem asla! Hacı Mimi’de öğrendim ayakta kalmayı. Şimdi diyorlar ki; “Yasak! Dışarı çıkma.” Hâlbuki bahar. Neredeyse nisan. Evde kalmak ne demek ilkbaharda! Çocuklara sorsan kafamı bile uzatmayacağım sokağa. Anneleri gittiğinden beri pek düşer oldular üstüme. Ama mahkûm değilim ya canım! Ne demek “Dışarı çıkma.” ?! Tabii böyle söylenip duruyorum da ağzımı açmıyorum kızlarıma, torunlarıma. Konuşturmazlar ki zaten. Hele de bir aradalarsa ikisi, eskiden statlarda yapılan pankart gösterileri gibi birbirlerini tamamlayarak anlatıyorlar meramlarını, araya girmek ne mümkün! Bazen bütün resmi görmek ve anlamak için son konuşanın cümlesine noktayı koymasını beklemem gerekiyor hatta. Bir kere bana mantıklı gelen bu benzetmeyi onlara da anlatayım da iki gülelim dedim ama aldım ağzımın payını hemen. Hayır, bir de alınganlar ki sormayın. Ah, kızlarım, güzel çocuklarım… Torunlarım, yavrularımın yavruları…

Burnumda tütüyorlar şimdi. Öyle kapı önü ziyaretleri yetmiyor işte bize. İlk defa bu kadar yalnız kaldım Mimi’de. Bir hastalık ki düşman başına. İnsan korkuyor anlattıklarında. Haberleri izlemeyi bıraktım vallahi. Ölüp ölüp diriliyorum insanların çektikleri acıları görünce sonra. Genç değilim ki canım ben. Etkileniyorum. Gözlerimden yaşlar akıyor da yollarını kaybediyor yüzümün oyuklarında. Her yanım mendil o yüzden. Hanım olsa kesin derdi ki: “Ah, Şinasi! Ölümlü dünya. Hepimizin gideceği yer aynı. Üzme bu kadar tatlı canını.” Can mı kaldı? O gittikten sonra. Cananım yanımda değilken artık… Sonra ne kolay yenildi böyle dünya, ona ayrı şaşıyorum. Bir sürü zırva var olan bitenle ilgili gerçi, gazetelerden okuyorum, bazen de bizim damattan dinliyorum telefonda. Ha zırva dediğime bakmayın, inanıyorum ben aslında onlara. Bu bela kendiliğinden çıkmış olamaz ortaya. Ama bunu söyleyince büyük kız çok kızıyor. “Nereden çıktıysa çıktı babacığım.” diyor. “Sen bunları düşünme şimdi. Kendini korumaya bak. Sokağa bakan pencereleri kapalı tut, yolun mikrobu dolmasın salona. Bahçe tarafından havalandır evi. Bak, biz sana yemekti, ihtiyaçlarındı getiriyoruz, öyle şapkanı takıp da gizlendin sanarak kaçma Ahmet abinin dükkâna. Hepsini duyuyoruz biz baba.” Yaşlanmak böyle bir şey işte. Hele ki salgın döneminde. Atacağım adıma karışır oldu herkes. Zamanında çok şey öğrettiklerim, ne yapacaklarını söylediklerim, yeri gelince kulaklarını çektiklerim, bana emir verir oldular. Evlatlarım, öğrencilerim, elimde büyüyen komşu çocukları… Sümüklü Mustafa bile. “Ooo, böyle olmaz ama bu işler, çocuk musun sen sıkıldın diye dolaşmaya çıkıyorsun? Ne dedi bak bakan, evden çıkmayacaksın. Senin iyiliğin için bu amcacığım. Ne çektiyse canın söyle ben alayım.” Ne çekecek ki canım! Deniz kenarı, vapur düdüğü, bir dost yüzü ve sıcak çay eşliğinde oynanan tavlalar, atılan kahkahalar dışında. Ne çekecek ki canım, şu dört duvarın dışında da akan bir hayat olduğunu hatırlamaktan başka.

Virüsmüş, salgınmış, geçecek hepsi bunların. Her şey geçecek, hepsi bitecek. Dünya dönmeye devam edecek. Peki, ben? Ben burada olacak mıyım? Bir daha yavrularıma sarılacak mıyım? Limanda oturacak mıyım yine, eski günleri yad edecek miyiz arkadaşlarla, Eminönü’ne kadar yürüyecek miyim bir daha köprüden, taze çekilmiş Türk kahvesi almaya? Aman canım, tamam susuyorum. Tek ben yaşamıyorum ki bu illeti. Şımarıklığın lüzumu yok Şinasi. Böyle böyle azarlıyorum işte koca adam kendimi. Etrafta kimse yok şimdi. Sokağa çıkma yasağı var bugün. Bu sefer her bir yaştan vatandaş evde. Böyle eşitlikçi yaklaşılınca üzülmüyorum o kadar da. Hem pencereleri de açıyorum sonuna kadar. Meselâ az önce yağmur yağdı da karşıdaki viranenin arka bahçesinden toprak kokusu salındı sokağa usulca. Hep sevmişimdir bu kokuyu. Kim sevmez ki zaten diye düşününce lise arkadaşım geliyor aklıma. “Ölümü hatırlatıyor.” demişti bir keresinde, tepesi sarı ibikli, göçmen Ali. “Hiç de bile.” demiştim. “Dosdoğru yaşamı hatırlatmalı insana.” Hak veriyorum artık ona. Ölümü hatırlatan ne çok şey var son haftalarda. Ayakta değil, hayatta kalma mücadelesine dönüştü şimdilerde yaşamak. Güzel bir düş gibi geride kaldı eski hayat. Ama biliyorum ben, geçecek hepsi. Bu yokuşlarda çocuklar koşturacaklar yine. Kadınlar kilimler serecekler kaldırımların yüksek yerlerine. Çekirdekler paylaştırılacak minik avuçlara. Sohbetler, gülüşler dağılacak sokaklara. Mimi, boyuna yokuş kalacak hep. Birileri doğacak, birileri büyüyecek düşe kalka bu bayırda. Peki ben? Ben olacak mıyım yine burada? Hacı Mimi’de bir Şinasi vardı mı diyecekler yoksa?