Reklam

Doğukan Özdil yazdı... Su ve Eylem

Doğukan Özdil yazdı... Su ve Eylem
10 Ekim 2022 - 01:19
DOĞUKAN ÖZDİL

Kapıyı içeriden kapadı. Kesif bir koku burnuna doldu. Evde kedi beslemenin yaratabileceği sorunlara aşinaydı. “Fazla yalnız bıraktım” diye düşündü, günlerdir temizlenmeden kullanılan kedi kumunu gözünde canlandırarak. Bu görüntü, içine çektiği ekşi kokuyla yeterince örtüşmeyince, dairede gezdirdiği gözleri yerdeki perdeye takıldı. Sınırlarına yaklaştıkça rengi koyulaşan çiş lekesine...
Dört gün önce akşam üzeri, sigara dumanının perdelerini yıllar içinde ne hale getirdiğini fark etmişti. Sanki eve o an taşınmış da perdeleri ilk defa görüyormuş gibi şaşırıp, indirmişti hepsini. Yıkamalıydı derhal. Senelerin biriken ziftinden arınamadı perde o gün. Tam o an kesildi elektrik. Aylardır ödenemeyen fatura, adeta can yakmak için o anı seçmişti. Çamaşır makinesi kapağı açık, perde makinenin yanında yığılı, kalakalmıştı.
Maaşını alıp faturayı ödeyebilene kadar, garsonluk yaptığı kafeden iş arkadaşına misafir olmakta bulmuştu çözümü. Kendini emanet gibi hissettiği dört günün ardından, yeterince yakın olup olmadığını kestiremediği bu kızı rahatsız ettiğine o kadar inandırmıştı ki kendini, babasından gönülsüzce borç para aldı. Faturayı ertesi sabah erkenden ödeyip eve geçti. Geldiğinde elektrik henüz açılmamıştı. Kum temizliğine girişmeden önce yerdeki perdeyi buzdolabının üstüne kaldırırken hiç zorlanmadı. Taşınırken bir spotçunun rutubetli deposunda bulup aldığı bu kısa boylu makineyi bu bakımdan kader arkadaşı olarak görüyordu. “Bu boyutlarda üretmiyorlar artık” diye tahmin yürüttü, bunca süre arıza yapmadan çalışmış olmasını şaşkınlıkla fark ederken. Elekli küçük kum küreğini eline aldı...
İşi bitince pencereyi açtı. Temiz havanın yanı sıra gün ışığı da kirli camları ardında bırakıp daireyi kolaçan etti. Genç kadın, biraz daha aydınlanan daireyi şöyle bir süzdükten sonra zarif dans adımlarıyla yatağına doğru sekti. Uzanıp, yatağının duvarlarına hayat veren tabloları üzerinde gözlerini gezdirdi. İlk eserleri. Satmaya gönlünün el vermedikleri... İlk ve tek otoportresine gelince göz bebekleri hoşnutlukla genişledi. Dans Eden Sarışın... Tablosunun ismi buydu. “Tutku, önüne konan engellerden sızacak bir çatlak mutlaka buluyor.” düşüncesi içini serinletti.
Tabloyu seyrederken düşünceleri sırayla birbirinin içine damlayıp, mürekkebin suya sirayet edişini defalarca taklit ettiler. Kim bilir ne kadar bir süre sonra kendini tüplü televizyonun önünde dans ederken buldu. Kral TV’de Tarkan’ın “Şımarık” klibi oynuyor. Yedi yaşında. Büyüyünce Tarkan’la evlenmek istiyor. Başka bir damla... Şimdi salonda, babasının tuhaf iş ortağının sevimli ailesine minik bir dans gösterisi sunuyor. Gösterinin bir yerinde babası salona hışımla sertçe dalıyor. Güçlü eli sol bileğini bir işkence aleti sertliğiyle kavrayıp onu salonun kapısına doğru sürüklüyor. “Ben sana demedim mi!” diye tıslıyor babası. Evet daha önce de demişti ama bu masum eğlencesine bu kadar düşman olduğunu ilk kez o an gerçekten anlıyor. Nemli bakışları annesine yöneliyor. Annesi babasına, içinde “misafirin yanında...” geçen bir şeyler söylüyor. Odasına sığınıyor. Bu olayı “bir gün anlamak istediği şeyler kutusu”nun içine, diğerlerinin yanına bırakıyor.
Buzdolabının çıkardığı çalışma sesiyle odaya döndü. Elektrik gelmişti ama kalkmadı. Yattığı yerde soluna döndü. Gözünü, küçük, yuvarlak bir masanın üstünde duran saksıya dikti. Yaseminler ekiliydi. “Gel hadi resim yapalım.” deyip salondaki çiçeklerin karşısına oturtmuştu annesi onu, o gün misafirler gittikten sonra. Önüne resim defterini ve pastel boyalarını koymuştu. O, annesinin adını taşıdığı için çok sevdiği yaseminleri resmederken annesi, babasının onu ne kadar sevdiğini anlatmıştı. İşle alakalı bir sorun yüzünden sinirlenmişti aslında. Bir de bundan böyle kendini dansla değil de başka bir sanatla ifade etmeyi düşünmez miymiş. Mesela resme yatkınlığı varmış, çok belliymiş. Renk tercihlerine herkes bayılıyormuş zaten. Kendi çalışmalarına eşlik etmesini böyle teklif etmişti o gün. Yasemin ev hanımıydı. Sanatçı ruhlu bir kadındı. Ahşap boyamayı ve kumaş üzerine resimler yapmayı severdi en çok. Evin her köşesinde annesinin bir eserine rastlamak küçük kızın çok hoşuna giderdi. Telefon sehpasına boyadığı çiçek deseni, salonun bir duvarını süsleyen basit reprodüksiyon resimler... “Keşke yanımda olsalardı şimdi. En azından bir iki tanesi...” diye iç geçirdi, parmaklarını başının üstünde asılı duran keten bezin pütürlü yüzeyinde gezdirirken. Annesini ve onun resimlerini kendisinden alan yangının hemen ardından, bir esrime anında guaj boyayla bir tren resmetmişti bu beze. Vagonlarına, gelecekteki kendine vermek istediği hediyeler yüklemeyi hayal ederek... Yıllarca o hediyeleri beklemişti farkında olmadan. Geleceği üzerine yaptıkları kavgalarda babasına avazı çıktığı kadar bağırırken, hırsını evin camlarını indirerek çıkardığında ya da çaresizlik içinde saldırganlığını kendine yöneltirken, aslında sadece o hediyeleri hiçbir zaman alamayacak olmaktan korkuyordu. Şimdi, İstanbul’un İstanbul’dan sayılmayan yerlerinden birindeki tek göz dairesinde, her gün kendine hediyeler boyuyor. Yirmi beş yaşındaki kadın, bir yandan garsonluk yapıp bir yandan da her birini ruhundan bir parça olarak gördüğü tablolarını internet sitelerinde komik fiyatlardan satarak o trenin yakıt kazanını beslemeye devam ediyor. Ancak yeni farkına varıyordu ki, o vagonların bazıları hoşuna gitmeyen yükler de taşıyor. Korkuları ve acıları, özenle yapılmış hediye paketlerinin aralarına sinsice saklanmış, kendine doğru yol alan bu yolculukta ağırlık yapıyorlar. Sağ elinin işaret parmağıyla, babasının sol bileğinde bıraktığı çirkin izi okşadı. “Bu ağırlıktan kurtulmam gerekiyor.” dedi. O an içini bir çiçek gibi güneşe döndüren kendi kendinin kurtarıcısı olma imgesi, zihninde şimşek olup annesinin karanlığa doğru çekilen yüzünü bir kez daha aydınlattı. Zihnine bir damla mürekkep daha damladı:
  • Biz şimdi şofben tamir olana kadar pis mi kalacağız anne?
  • Olur mu kızım hiç. Ben senin yaşındayken anneannen bizi leğende yıkardı hep. Leğenimiz de suyumuz da var çok şükür. Gel annen eskiden nasıl yıkanırdı, göstereyim.
  • Ya şofben hep bozuk kalırsa? Hep sen mi yıkayacaksın beni?
  • Hayır canım. Ben sana bu yolu bir kere göstereyim şimdi, tekrar ihtiyaç duyarsan eğer bir gün, bensiz de yıkanabilirsin.
Gözünün yaşını, işten değilmiş gibi bir çırpıda sildi. Yataktan fırlayıp yaseminlere su verdi. Sağa sola sıçratmasını dert etmedi zira sarsılan sadece elleri değildi. Ruhu makas değiştiriyordu. Çamaşır makinesi yokken çamaşırlarını yıkamak için kullandığı büyük leğeni ve tencerelerde ısıttığı suyu dairesinin orta yerine taşıdı. Evden ayrı kaldığı dört günün kirinden, korkularından ve acılarından arınmak istiyordu. Su ve eylem; insanın arınmak için ihtiyaç duyduğu iki araca da sahipti. Elbisesini çıkarıp, leğenin içine adımlarını attı. Sarı saçlarını başının tepesinde topuz yaptı. Küçük, metal bir kâseyi tas diye eline aldı. Pencerenin perdesiz oluşunu umursayacak halde değildi...