Reklam

Tolga Şentürk yazdı... Kapı

Tolga Şentürk yazdı... Kapı
10 Ekim 2022 - 01:27
TOLGA ŞENTÜRK

 Tıraş olmuşsun. En sevdiğim kolonyadan sürmüşsün. Ağlamışsın belli. Hiç sevmediğim o çizgili kravatını takmışsın. Saçların mı beyazlamaya başlamış ne? Kolalı, kocaman yakalı gömleğin ve o iğrenç kravat, darağacında sallanan bedeni taşıyan bir ilmek gibi boynunda. Lacivert takımını giymişsin, kolları ve yakası iyice eprimiş. Kaç defa giyme şunu dedim, dinlemiyorsun ki!

                Eşikte duruyorsun. Ben dışarı çıkmak isterken sen içeri girmek istiyorsun. “Bu küçücük oda, bu küçücük hayat artık ikimize dar” diyemiyorum. Elinde tuttuğun kocaman çiçek demeti titriyor sabah ayazında kalmış bir yavru kedi gibi. Sol elinde yüzük duruyor hala, çıkarmamışsın. Geceliğimin eteklerini çekiştiriyorum. Sanki görmediğin bir yerim var, ne saçma. Saçlarımı düzeltmeye koyuluyor parmaklarım, saçlarımı kısacık kestirdiğimi unutarak. “Saçların güzel olmuş” diyebilirsin, demiyorsun. “Sabahın bu saatinde kapına dayandım, bağışla” diyebilirsin, demiyorsun. Onun yerine “konuşmalıyız” diyorsun.
                Konuşmak. Şu evrende sadece insanoğlunun becerebildiğine inandığımız yeti. Kaç kelime, kaç cümle, kaç özne, kaç yüklem ve dahası kaç ünlem eskittik biz. Hep benzer sonla biten konuşmalar. Dil susar, kulak küser. Ben en hafif durumda bile yanağımda kocaman bir tokat izi ya da göz altında bir morlukla günlerce insan içine çıkamadım. Sen bir  sabah –tıpkı bu sabah gibi- kucağında bir çiçekle ya da parlak fiyonklarla bezenmiş bir hediye kutusuyla geldin kapıya. Şimdi kaçıncı kez olduğunu hatırlamadığım bir biçimde, titreyen ve her şeye rağmen masum görünen kır çiçekleriyle, yine kapıda bekliyorsun. Tek fark çaldığın kapı. Bu kez evimizin ya da yatalak annemin kapısı değil, tek göz de olsa bana ait yeni hayatımın kapısı.
                Bir adım geri atıyorum istemsizce. İçeri buyur etmekle, korkudan sinen bir sokak hayvanının davranışı arası bir tavır benimkisi. Ben de bilemiyorum. Sen, buyur edildiğini var sayıyorsun. İçeri girip ardında kalan kapıyı usulca örtüyorsun suçlu bir çocuk gibi. Yine gıcırdıyor kapının menteşeleri, hep unutuyorum şunları yağlamayı. Telaşla yorganı düzeltiyorum. Yatağın kenarına ilişiyorsun. Koşup pencereyi açıyorum sonra. Uykunun odaya yüklediği ağır rüya kokusu çıksın, içeri yeni günün taze kokusu ve ümitleri girsin diye. Avuçlarında sıktığın çiçeklerin acısını hissediyorum.  Bir hamlede kurtarıyorum kocaman ellerinden ve sehpanın üzerine yatırıyorum savunmasız bedenlerini. Ben bilirim o avuçların verebileceği sızıyı.
Birkaç adım ötene, henüz perdelerini alıp takamadığım pencerenin önüne, sandığımın üzerine çöküyorum. Sırtıma şehrin gürültüsü çarpıyor. Sokakta top oynayan çocukların kahkahalarına yakası açılmamış küfürleri karışıyor, gelip odanın ortasındaki kilime çörekleniyor. Başını öte yana çeviriyorsun. Duvarda asılı çocukluk resmime bakıyorsun. Aynı kısa sarı saçlarımla, fırfırlı mavi eteğimle ve gülen gözlerimle ben. Aynı ben.  Sol yüzük parmağında çift kırık, sol elmacık kemiğinde çatlak, vücudun muhtelif bölgelerinde sayısız ezik, çürük olmadan önceki ben. Sonra yüzünü yeniden bana dönüyorsun. Bilindik, kısa ama ağır cümleler kuruyorsun. Senden neredeyse özür dileyeceğim. Öylesine etkileyici ses tonun. Keşke bu kadar cümle kurabiliyorken, birkaç hafta önce iş yerime gelip beni onlarca insanın önünde yerlerde sürüklemeseydin. Keşke namusumla para kazanmaya çabaladığım işimi ve beni aşağılamasaydın. Evlilik cüzdanı, alınan bir malın faturası değil ki, bunu bilseydin. Bir barda garsonluk yapmayı yakıştıramıyorsun bana ama saçımdan sürümeyi yakıştırıyorsun öyle mi? Ne yaman çelişki.
                Seni dinlemiyorum. Dudaklarının hareketi tanıdık. Kelimelerin kokusu, ses tonunda giderek artan hiddetin rengi. Gözlerinin çevresinde biriken öfkenin gölgesi vuruyor şakaklarına. Hepsi çok tanıdık. Zihnim de bedenim de aşina. Ama bu kez başka. Sen de farkındasın. Bu tek göz oda, benim derin maviliklere açıldığım gemideki kamaram. Limandakilere el sallayalı çok oldu. Ardımda bıraktığım her şeye razı, gönüllü çıktım bu yola ben.
                Kapıyı çarpıp çıkıyorsun. Bu kez gıcırdamıyor menteşeler, korkudan belki. Sehpanın üstündeki çiçekler hala titriyor. Sokak susuyor. Tek duyduğum giderek uzaklaşan ayak seslerin. Odanın ortasında ayaktayım. Ağlamıyorum. Gülmüyorum. Üzgün değilim. Belki yorgun. Fırfırlı eteğin içindeki halimle göz göze geliyorum. Muzipçe gülümseyip sandığıma yöneliyorum. Bacaklarım zor taşıyor bedenimi birkaç adımlık seyahatte. Dizlerimin üzerine çöküyorum öylece. Fırfırlı mavi elbisemi çıkarıyorum. Özenle yatağın üzerine seriyorum. Bir sevgiliyi ilk kez soyar gibi ürkek ve meraklı, ellerimi geceliğimin eteklerine götürüyorum. Tek hamlede soyunuyorum.  Yatağın altına itelediğim leğeni koyuyorum odanın ortasına. Tenimde gezinen su damlalarını izliyorum. Saçlarıma yapışan kelimeleri yıkıyorum uzun uzun. Bedenime sinen korku kokusunu yıkıyorum. Ne kadar su ile geri gelir masumiyet?