Reklam

Delimsirek bir hikâye, Delibo… 

Murat Uyurkulak, birikimiyle ve roman disipliniyle, edebiyata dair düşüncesini çok ince bir sanatsal sezgiden oluşturuyor. Diğer yapıtlarında olduğu gibi bu sezgi, Delibo’nun da son derece canlı bir şekilde, gürül gürül akmasını sağlıyor.

Delimsirek bir hikâye, Delibo… 
11 Kasım 2020 - 13:49
ADNAN GERGER
Murat Uyurkulak’ın yeni romanı Delibo ([i]) ’nun yayınlandığını duyduğumda çok heyecanlandım. Bu heyecanın üç nedeni vardı: Birincisi, Pandemi sürecinin getirdiği bireysel ve toplumsal kaygı, stres, korkunun yarattığı lanet bir dönemden kitaplar okuyarak çıkış ararken, sevindirici bir haberdi bu. İkincisi, benim de çok yakında yayınlanacak “Kopuk Sorular” adlı novellamı bitirmek üzereyken, Uyurkulak’ın yeni bir metin yayınlamasına yönelik hafiften duyduğum yazar kıskançlığıydı. Üçüncüsü ise ilk kitabı Tol gibi bana dokunabilecek mi merakıydı. Çünkü ben sevdiğim yazarları hep ilk kitabını düşünerek okurum. Böyle okunması gerektiğine de inanırım. Nitekim Delibo’yu daha okumadan Murat Uyurkulak’ın karakteristik delimsirek bir hikâye üzerinden, yine birey ile toplum arasındaki çelişkiyi estetik bir metne dönüştürebileceğini düşünmüştüm. Meğer Delibo bu kaygıyı tamamen bir elbise olarak giymiş, fantasma değilmiş…
Delibo; deli diye bilinen zihinsel özürlü Abraham’ın ortadan kayboluşunu, onu bulmaya çalışan insanların arayışını ve bu insanların tecrübe ettiği toplumsal çelişkileri anlatıyor. Metnin püf noktası, Delibo’nun Türkiye’den göç eden ailesi tarafından hazin bir şekilde terkedilmesi, üstelik ikizi Ezra’dan da kopartılması ve bütün bunlar anlatılırken kullanılan sade dil. Kitabın bir diğer albeni niyeti, okurun duygularla duyumların nesnel gerçeklikle ilişkisine duyduğu merakı gidermeye hizmet eden kurgu, bir çocukluk aşkının büyümüş de küçülmüş hallerini de işin içine katarak…
***
Delibo’da, Murat Uyurkulak’ın deneyimli anlatımı, kurmacası ve karakterleriyle sade bir metin oluşuvermiş. Çarçabuk okunan bir kitaba dönüşüvermiş. Ama Delibo’yu yine de çekinceli evetliyorum, zira kitapta bir delinin yitirilmesiyle başlayan anımsamalara, bu ülkenin dertleriyle örtüşme çabası eşlik ediyor ve bu çaba metni yer yer güçsüz düşürüyor.
Metindeki bu anlam arayışı, günlük hayatta alışkın olduğumuz bu belirginlik, aslında bazıları kurgusal, bazıları gerçek kişilerle okuyucuya verilmek isteniyor. Alt metinleri bulmak için okuyucuyu zorlamak yazarın işidir. Ancak Delibo’da gerçek ve kurmaca isimlerin arkasındaki anlamları çözmeye çalışma istemeği, biraz zorlayıcı olmuş. Yazar bu zorlamanın dengesini bulmalı ve alt metin arayışlarına izin vermeliydi oysa. Özellikle romanda okura mutlaka birkaç anahtar verilmelidir ki, alt metnin kilitlerini açabilsin. Örneğin Alevilik, Mübadele, Troçki ve Enternasyonalizm’e göndermeler, cinsellik sorunsalı, 12 Eylül dönemiyle hesaplaşma, yazarın halk, sosyalizm, yoksulluk ve magazinle ilişkisi, Türkiye’nin çeşitli bölgeleri ve hatta hikâyenin odağındaki İzmir’in mekanları arasındaki eğitimsel ve ekonomik farklılara dair sosyolojik tespitleri içeren günlük yaşam kesitleri vs gibi konuların tümüne metinde yer verme telaşı, bir serçenin kartal yuvasına tırmanma özentisi olarak kalıyor. Şüphesiz ki yazar, burada geçmişle bugünü anlatma telaşı içerisinde okura da anlayabilme ve inanabilme duygusunu vermeye çalışıyor. Yapıyor da bir yandan. Ama estetik kaygıya aldırış etmeme tavrı, nesnel konumlara dair değerlendirme yapılması imkânını zayıflatıyor.
Delibo’da, Murat Uyurkulak’ın deneyimli anlatımı, kurmacası ve karakterleriyle sade bir metin oluşuvermiş. Çarçabuk okunan bir kitaba dönüşüvermiş. Ama Delibo’yu yine de çekinceli evetliyorum, zira kitapta bir delinin yitirilmesiyle başlayan anımsamalara, bu ülkenin dertleriyle örtüşme çabası eşlik ediyor ve bu çaba metni yer yer güçsüz düşürüyor.
Yabancı isimlerin Türkçe okunuşuyla yazılışları dahi okurun dünyaya bakışının dengesini bozan ağırlıklardan bir tanesi oluyor. 199 sayfalık romanda adı geçen yüz yetmiş üç isim ([ii]) metni etkileyecek ya da alt metni anlamlandıracak birer karakter olarak karşımıza çıkmıyor. Böyle olunca da alt metinleri üst metne bağlayacak anlamların bulunmasını güçleştiriyor. Gerçekte, bilgi ve dolgu malzemesi olarak kullanıldığı anlaşılan isimlerin çokluğu okuyucuda kafa karışıklığı yaratmasından öte anlatılmak istenen hikâyeyi de gölgeliyor. Bunca isim çokluğu genelde bir romancının tipleme yaratım kısırlığı anlamına geldiği gibi, kendi kendini yineleme zorunluluğunun da üstünü örtme çabası olarak algılanmasına neden oluyor.
Metnin ana yapısı içerisinde neredeyse “bir hayalet gibi gezinen” Delibo, hepimizin günlük hayatımızda her zaman rast geldiğimiz halde göremediğimiz delilerden biri. Ancak, insanın öz bilinciyle gerçekliğe dair görünüş bilincinin paradoksunun 2 Y’de (Yusuf ile Yasemin) kilitleniyor olması, metnin kurmacasına yetmiyor. Kitabın başından itibaren okur, Delibo’ya dair daha çok hikâye anlatılmasını bekliyor, ama bu beklenti karşılanmıyor. Zaten kendi içlerinde belirsizliklerle boğuşan ana karakterleri, yani Yusuf, Yasemin ve Sefer’i çok zorluyor ve kitaba adını veren Delibo’yu bile neredeyse unutturuyor. Yusuf ve Yasemin’in kahraman ile anti-kahraman arasındaki salınımları, edebiyatın toplumla artık iyice cılızlaşmış ilişkisinin kopacağı korkusu veriyor.
Hiç kuşkusuz ki dile getirmeye çalıştığım tüm bu kaygılar, Murat Uyurkulak’ın Delibo yapıtında da deneyimli bir yazar olarak karşımızda durmadığı anlamına gelmiyor. Murat Uyurkulak, birikimiyle ve roman disipliniyle, edebiyata dair düşüncesini çok ince bir sanatsal sezgiden oluşturuyor. Diğer yapıtlarında olduğu gibi bu sezgi, Delibo’nun da son derece canlı ve estetik bir şekilde, gürül gürül akmasını sağlıyor. Elbette, Delibo’nun bu niteliği Uyurkulak’ı, beylik söz kırıntılarıyla, hatta kendisine ait olmayan kalemlerle yazan bazı yazarlardan her zaman olduğu gibi çok farklı bir yere koyuyor.
***
Hamiş:  Genel olarak, şu Pandemi döneminde sosyal medya üzerinden değerli bir çizgiye tutunmak isteyen edebiyatı, çıtayı çürük, temelsiz ve fabrikasyon yapıtlar üzerine koymanın pratikliğinden vazgeçilmediği görülüyor. Oysa zamanın bolluğunun bize daha güçlü olanaklar yarattığını söylerken, yayınevlerinin nitelikli metin isteği kadar kitap kapaklarının hazırlanışına gereken özeni göstermemesi okumalarda burkulmaya sebep oluyor. Delibo kapağı da böyle kapaklardan biri. Abraham’a haksızlık edilmiş gibi duruyor. Her şeyden önce öyküden uzak, cılız ilüstrasyon ve soluk renk kullanımını yadırgadığımı söylemeliyim. Hele kapaktaki “Sustalı” görselinin içerikteki Delibo’yla ilişkisini hiç ama hiç anlayamadım, yakıştıramadım da. Tamam, metinde sustalı üç kere açılıyor, ama ana temaya bir türlü değmiyor. Değmeyince kapaktaki sustalının kıymet-i harbiyesi kalmıyor. Benim bildiğim, sustalı çekilince saplanır, mermi namluya sürülünce sıkılır.

DİPNOTLAR
 

[i] Murat Uyurkulak- Delibo (Roman, Can Yayınları, Dizi Editörü: Cem Alpan, Sayfa: 199, Haziran 2020, 1.Basım)

[ii] “Deli İbo (Deli İbrahim- İbrahim Gümülcine- Abraham), Yusuf Kavala, Sefer Kavala, Yasemin Berova, Tuncay, Şirin, Dudu Nine, Mandıracı Manda Cemil, karısı Gülten, Fehmi, Selim, Tufan, Filiz, Şaşı Burhan, Falcı Fikriye, Yavuz, Ahmet, Çavuş Laruzo, Mussolini, Sinan, Ursula Andress, Kudret Hanım, Manav Şükrü, Serkan, Hakan, Fidan, Yasemin’in dedesi Mirza Berova, Haydar Öğretmen, Annesi Sosi, Ercan Hoca, Elmas Teyze, Fikriye, Ali, Tufan, Şükran, Vahit Hoca, Cem, Can, Umut Ünsal, Eymi Vaynhaus, Aliye, Doğan, Sadi, Reşat, Ahmet Suat Şahin, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever, Yorgos Dalaras, Stavros Harkakos, Nikos Gatsos, Timur Selçuk, Mutemet Muharrem,  Guztav Flobert, Levent, Gülnaz, Yılmaz Güney, Zeki Ökten, Tarık Akan, Melike Demirağ, Tuncel Kurtiz, Yaman Okay, Ajda Pekkan, Elif, Öğretmen Birsen, Sefer, Konyalı Sincap Mehmet, Şükran, Tayfun , Tufan, Meltem Hanım, Selahattin (Selo) , Şehnaz, Brus Li, Orhan Gencebay,  Necla Nazır, Katrin Şeri, Abdurrahman, Ağır Ceza Hakimi S.A., Salim Priştine, Asaf Hâlet, Sabahattin Ali, Gogol, Dostoyevski, Puşkin, Çehov, Gabe, Alen-Furniye, Selıncır, Kristi, Dode, Moris, Rulfo, Hırabal, Ştaynbek, Tvyen, Böl, Landın, Hülya , Leyla, Yunus Emre, Pir Sultan, Alp Deliorman, Vanesa Redgreyv, İskender Savaşır, Ali İhsan Pastırmacı, Yaşar Kemal, Postacı Bahri, Kemal,  Garson Nezih (Nazo), Doktor Şevki, Pugaçev, Molne, Puaro, Müzeyyen Senar, Hale Gür, Tolga Çandar, Binnur Hanım , Ahmet Oktay, Yunus Kavala, Behlül Kırcaali, Jülyet, Teko (Tekin), babası Boşnak Adil, Fırıncı Ayyaş Farris, Tülay, Emekli Binbaşı Nurettin Manastır’ın eşi Ülkü, Ali Dede, Faruk, Mareşal Josip Broz Tito ,Homeros, Kalvino, Adanalı Durhasan Dede, torunu Hızır, Ali- Hasan- Hüseyin- , Mehdi, Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, Cafer Sadık, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed Taki, Ali Naki, Hasan Askeri, Kerem Bosna, Aşık Veysel, Mario Bronştayn, karısı Ava, Barbara Kartland, Kaan, Bukovski, Bahar, Pelin, Kört Kobeyn, Feriha, Mert, Beyin Cerrahı Bahadır, Osman, Buğra, Adile Naşit, Münir Özkul, Medved, Karelin, Baran , Ken Loş, Şadi, Ezra Bronştayn, Mario Bronştayn, Gatsos, Harkakos, Bora, Ali Ekber Çiçek.”