İyileşme

Gülay Ahu Turgutlu

Her canlı varlık gibi biz de doğduk, büyüdük, değiştik ve yaşlandık. Bizden yana başından beri hoşgörüsüzdü ve erken gelen yaşlılığımızla tahammül edilemez olduk ona. Sürümümüzün vadesinin dolduğuna inandığı şu günlerde bir boş bulunuşluğumuzu yakalayıp kıstırdı bir köşede, soydu anadan üryan, yatırdı yeşil örtüye, doldurttu içimizi duvar süsü av hayvanları gibi, koydu vitrinine.
Doğumumuz ince ince kendini hissettiren bir sancı ile başlamıştı, henüz vakit çok erkendi ancak oradaydık tomurcuklanmıştık bir kere. Önce pamuk bir şey giydirildik, sonra bizi yukarı çeken sıkı bir lastik, ardından altta metal bir iskelet, önüne de bir dolgu destek. Hep diğerleri ile kıyaslandık, aynı kalıba sığdırılmaya çalışıldık. Halbuki kendimize özgü özelliklerimiz vardı. İddialı ve başına buyruktuk. Kambur olduk sırtında, eğilip büküldü bizi saklamak uğurunda.
Biliyoruz, bizimle barışık olmak kolay değil. İddialı ve başına buyrukluğumuz tüm gözleri üzerimize çeker. Kimi şöyle bakıp geçer, kimi bakmamış gibi yapar, kimi kendi de sıkılırken halinden, kimi de gözünü alamaz bizden. Bu durum bir süre sonra sıradanlaşsa da kabullenilebilir olmaz hiçbir zaman. Mesela şu koşu antrenmanında ters yönümüzden koşan adam istisnasız her turda diker gözlerini ayırmaz üzerimizden, aynı şey be kardeşim, az önce de baktın, bumbar dolması gibi doldurmuşum, canım burnumda, bak önüne! Bazen daha sakin karşılar ve umursamaz, kimi zaman da bugünkü amme hizmetini tamamladığına, topluma bir faydası dokunduğuna inanır güler içinden.
Sıradan günlerden birinde annesini de yanına alıp bir sağlık kontrolüne götürmeye niyet etmişti bizi o hekim olacak adama. Annesi geç kaldı, paso geç kalıyor zaten, saat kullanmayan biri nasıl zamanında hazır olabilir ki. Arabaya bindi, önce saçını beğenmedi bizimkinin, ne o öyle tutturup tokayla çıkıvermişti, sonra kıyafetine dil uzattı, iyice iki çocuk annesi olmuştu üzerinde bir kot bir tişört, yetmedi çok çalışıyor olmasından ötürü kocasını ne çok yalnız bıraktığına ve bu yaştaki bir adamı yalnız bırakmaya gelmeyeceğine işaret etti. Başından beri söylediklerinin çıkacağı kapıyı zaten hissediyordu ama son sözüyle hepten döndürmüştü nevrini. Çocukluğundan beri ant içmişti asla annesi gibi olmayacaktı. Kendisi ile aynı kaderi hak ettiğime inanıyor bu kadın! Bu sefer susmadı, sert tonlamasıyla ve soluk almadan işaret parmağını sakın sözüme cevap verme dercesine yukarı kaldırarak; “Ben evliliğimi sevgi üzerine kurguladım, güzel taranmış bir saç ve seksi bir kıyafet üzerine değil! Ayrıca hatırlatmak isterim evet yoğun çalışıyorum ve iki çocuk annesiyim, dolayısıyla da yoğun çalışan iki çocuk annesi gibi giyiniyorum, bir fahişe gibi değil!” dedi. Hekime vardıklarında bekleme odasında biri üçlü koltuğa yerleşti, öbürü doksan derece açıdaki tekli koltuğa oturdu, biri eline telefonunu aldı, öbürü tarihi çoktan geçmiş eski bir uçak içi dergisini kaptı sehpanın üzerinden, ikisi de kırgındı. Babasının, annesini vadesi dolan bir teknolojik alet gibi atıp yeni sürümüyle güncellemesi onun da canını acıtıyordu. Kızgındı, en çok da güçsüz bulduğu annesine. O annesi gibi olmayacaktı asla, sürümü güncel tutuyordu, kimsenin onu bir tavan arasında toz tutmaya layık görmesine fırsat vermeyecekti. Bir an için annesinin tombul memelerinin otsu kokusu burnuna geldi, tombul, yumuşak ve sıcak, koklayarak sarılmak istedi, yapmadı. Muayene odasına çağırıldığında ayaklanan annesine her zamanki sert üslubuyla “Gelmeni istemiyorum,” dedi. Hekim muayenesini yaptı, her şeyi yolunda buldu, yoktu sağlığına risk oluşturacak bir durumu. Kendisine sorulmamıştı ama o sihirli sözcükleri etmekten de geri duramadı, girdi bizimkinin kanına. “Memelerinizde performans kaybı gözlemliyorum, düşünmez misiniz opere olmayı, kurtulur sütyeninizden rahat edersiniz.” 
Halbuki gezip, tozmuş, çocuklarına bol bol süt vermiş, maratonlar koşmuş, hastalıklar atlatmış, ne çok sevişip hislenmiştik birlikte, neydi ölçüsü performansın, sütyeni de kim zorunlu kılmıştı bize, sıyırınca kancasından kurtulunmuyor muydu azabından! İkna edemedik, koydu kafasına, yaptırdı operasyonu üzerimizde.
İlk vitrine çıkışımız üvey kardeşinin doğum gününde oldu. Üzerine hafif bol bir şey giydi, aynaya defalarca baktı, yüzüne yalandan bir allık çaldı, bir tane ağrı kesici attı, yavaş hareketlerini de sözüm ona tutulan sırtına bağlayacaktı. Babam memelerine estetik mi yaptırdın diyecek değil herhalde ama o karısından her şeyi beklerim. Evlerine varmıştı, hangi daire olduğunu tespit etmek çok zor olmadı, kapının üzerinde kocaman mavi bir “1” yazıyordu, “Efe 1 yaşında!”. Zili çaldı, kapıyı babası açtı, üzerinde beyaz gömlekle mavi papyon. Bizimki dudağını zarifçe babasının yanağına götürürken ne diyeceğini bilemeden “Papyon çok yakışmış” dedi, ne zamandan beri papyon takmak adeti olmuştu bu adamın, bu sırada inceden oluşan temas canımızı pek yakmıştı. “Şimdi böyle oluyormuş, baba oğul takım giyiniyormuş, ne yapayım takıverdim ben de,” belli ki babasının da içine sinmemişti. Ardından karısı mini, bebek mavisi elbisesi ve sütun gibi bacaklarıyla koşarak geldi kapıya, bacaklarını göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu ve gevşek ağzıyla “Aaaa neden siyah geldin, konsept mavi beyazdı,” deyip bizimkinin sırtının tutukluğundan dem vurmasına fırsat vermeden tuttu sıkıca, çekti kendine doğru, olması gereken böylesi bir yakınlıkmış gibi sımsıkı sarılarak “Hoş geldin canım,” dedi. Bizimkinin acıdan tansiyonu düştü, sırtından ter boşandı, daha ne kadar hoş görebilirim! Bizler acı içinde tüm dokularımızı ayrı ayrı hissederek salona doğru ilerledik. Masa kurulmuş, mavi beyaz giyinmiş misafirler çoktan gelmişti, saatini kontrol etti geç kaldığını sanarak, “Efe Doğum Günü 15:00-17:00”. Mini bebe mavisi içinde, henüz sarkmamış memeleri, sütun gibi bacaklarıyla kadını inceledi. Mavi örtü üzerine beyaz tabaklar, mavi puantiyeli kağıtlara sarılı kekler, çizgili mavi beyaz karton kaplarda patlamış mısırlar, otuzüçlük sular bile mavi beyaz papyonlu Efe’nin bir fotoğrafı ile süslüydü. Ne kadar yüksek performanslı bir kadındı. Küçüğün doğum günü için heves edip hazırladığımız davetiyeye bir hafta öncenin tarihini yazınca millet nasıl doluşmuştu eve gününden önce, dağınık ev, sıfır hazırlık, ne gülmüştük halimize. Eşi ayıplarını örtercesine pastanede ne varsa doldurmuştu apar topar, çokça yenmişti o gün, hala konuşurlardı bir araya geldikçe. Efe’yi öptü, hediyesini verdi, siyah tişörtü ile kuralını bozduğu ortamdan ayrıldı.
Kendini evinin salonuna attığında kolundaki akıllı saat 17:59’u gösteriyordu. Kafasını kaldırdı duvardaki anneannesinden kalma ahşap saat ile kıyasladı, o da 17:59’u gösteriyordu, gülümsedi. Üç tarafına üzüm salkımları oyulmuş, tepesine bir kumru kondurulmuş, aşağıya sarkıtılan iki zincirin üzerinde metal kozalaklar olan bu saatin, saat başlarında kadranın üzerindeki kapının içinden guguk kuşu çıkar ve saat sayısı kadar “guguk” sesi verirdi. Çocukken o, şimdi de kızları çok heyecanlanırdı bu sese, şimdiye kadar kaç kere guguk dedi acaba bu saat, kaç kez mutlu etti çocukları, birden on ikiye kadar ardışık topla, sonra onu ikiyle çarp, yirmi dört saat içinde yüz elli altı kez guguk, üç yüz altmış beş ile çarp, anneannem saati en az kırk beş yıl ben de en az on beş yıl kullanmışımdır, saat yeniden altı kez çaldı, guguk, guguk, … Kızları kuşun ötüşünü yakalayabilmenin heyecanıyla yerlerinde duramadılar, uydurdukları guguk dansını yaptılar, eşi bu sefer danslarını kayda alabildi. Bu görüntüyü sonrasında defalarca izleyeceklerdi.
Bizim iyileşmemiz birkaç haftayı bulacaktı, onunkisi biraz daha zaman alacak gibiydi.