Reklam

Nergis

Nergis
29 Mart 2023 - 15:24
 Zeliha Şemin

Kalın, siyah kaşe paltosu, özenle taranmış gür, beyaz bıyıkları, boynuna bağladığı kaşkoluyla metro istasyonundaki tüm özensizliklere, rast geleliklere savaş açar gibi bekliyordu. Yaşına meydan okuyan dimdik bir duruşu vardı. Kafasına takılan bir soruya cevap arar gibi bir sağa bir sola yürüyor, kafasını yerden kaldırmıyordu. Başını bir parça yerden kaldırdığında ise işaret parmağını şakaklarına götürüp aradığı cevap yükseklerde bir yerden gelecekmiş gökyüzüne bakıp kendi kendine bir şeyler söylüyordu. İstasyon hayli kalabalıktı ama o kimseyi görmüyor gibiydi.
            Önce bir şeyler arar gibi ceplerini yokladı sonra iç cebinden katlanmış bir gazete sayfası bir de mavi tükenmez kalem çıkardı. Etrafındaki insanları o an fark etmiş gibi inceleyerek yüzlerine baktı. Tanıdık birini ararmış gibi sağdan sola sırayla insanlara bakarken birden göz göze geldik. O an uzun süredir onu izlediğimi anladığını düşünerek gözlerim kaçırdım. Metronun geleceği yöne bakarak başka şeyler düşünmeye çalıştım. Giderek yoğunlaşan mis gibi lavanta kokusu dikkatimi dağıttı. Kokunun kaynağını bulmak için bakınırken hemen yanı başımda onu gördüm. Ayakta durmuş doğrudan bana bakıyordu. Orada şaşkınlıkla ne kadar ona baktım bilmiyorum. Hiç bir şey demeden elindeki defalarca katlanmış gazeteyi ve mavi tükenmez kalemi uzattı önce. “Gözlüklerimi evde unutmuşum çocuğum. Zahmet olmazsa şuraya sana söylediğimi not alır mısın?” Hiçbir şey demeden aldım gazete ve kalemi. Bu kadar insan içerisinde niçin beni seçmişti? Onu izlediğimi fark ettiği düşüncesi yoğunlaştı hızla zihnimde. Gazeteye baktığımda bir bulmaca sayfası olduğunu fark ettim. “Şu üstte boş bir yere yazabilirsin. Ama biraz büyük yaz malum göremiyorum.” diyerek işaret parmağıyla gazetenin üzerindeki boşluğu gösterdi. Elimde kalem söyleyeceklerini beklerken uzun süre sessiz kaldı. Aradığı cevap o an aklına gelmiş gibi coşkuyla “Nergis” dedi “En çok nergisi sever” Anlamsızca yüzüne bakmaya devam ettim. “Efendim? Anlamadım?” dedim şaşkınlıkla. “En çok Nergisi sever” diye tekrar etti coşkuyla. Söylediklerini anlıyor fakat bir türlü anlamlandıramıyordum. Şimdi bu söylediğini gazetenin bulmaca sayfasının köşesine yazma düşüncesi çok absürttü ama doğru anladığıma da emindim. “En çok nergisi sever, bunu mu yazmamı istiyorsunuz?” Dedim yanlış anladığımı umarak. “Evet” dedi. “Biraz acele eder misin çocuğum bu metroya yetişmem lazım.” Kafamı kaldırdığımda metronun yaklaşmakta olduğunu gördüm. Büyük harflerle yazdım. “ÇİÇEKLERDEN EN ÇOK NERGİSİ SEVER.” Ayağa kalkıp kağıdı ona uzattım. Zihnime doluşan soruları bu dar vakitte soramayacağımı biliyordum. “Teşekkür ederim çocuğum” dedi. Bir şey daha söyleyecekmiş gibi yüzüme bakmaya devam etti. Gözlerini o an fark ettim. Laciverte çalan koyu mavi gözleri vardı. Bakarken bir an bulutlandı gözleri. Sonra düşüncelerden kurtulmak ister gibi kafasını salladı “Neyse” dedi ve arkasını döndü, yavaşlayan metroya doğru yürümeye başladı.
            Ben de aynı metroya bineceğim için biraz bekledikten sonra hareketlendim. Onu takip ettiğimi düşünmesin diye biraz uzakta bir yerde konumlandım. İçimde karşı koyamadığım bir merak yükseliyordu. Nerede oturduğunu gördüm ve onu görebileceğim bir yerde ayakta beklemeye başladım. Birkaç durak sonra oturduğu koltuktan kalkıp kapıya doğru yöneldiğini gördüm. Ben de bir sonraki kapıya yaklaştım. Ne yani onu takip etmek mi geçiyor aklımdan ama bu delilik. Bir parça farklılık hissettim diye nedir bu merak. Bir süre sonra istasyona yaklaştıkça yavaşlayan metronun kapıları açıldı. Metroya inen insanlara yol verdikten sonra biraz eğilip dışarısını inceledi. İnmesini bekliyordum ama inmedi. Parmaklarını tekrar şakaklarına götürdü. Kararsız bir hali vardı. Kapılar kapanacak anonsuna kadar bekledi. Tam inmekten vazgeçtiğini düşündüğüm anda aradığı işareti bulmuş gibi hızla dışarı attı kendini. Kapılar kapandı ve ben olduğum yerde kaldım. Arkasından baktığımda merdivenlere doğru yürüdüğünü gördüm. Gözü hep yukarlardaki viran kent manzarasındaydı.
            Müthiş bir huzursuzluk kapladı hızla içimi. Ne yani onu takip mi edecektim gerçekten aklımdan bunun geçmesi bile korkunç geliyordu ama kapılar o an açılsa hızla peşinden koşacak kadar coşkulu bir merak sarmıştı içimi.  Görebileceğim son ana kadar onu izledim. Yürüyen merdivenlerdeyken artık görme mesafemi de yitirmiştim. Şimdi ne yapacağım tabi ki istasyonda onu görmeden önce ne yapıyorsam onu. Düşüncelerimi uzaklaştırmaya çalıştım. Aklıma işim, ailem, tüm gerekliliklerim, yapılması sırada bekleyen işlerim, hepsini dizip aklımı uzaklaştırmaya çalıştım. Ama yok olmuyordu. Aklım o aptal bulmaca gazetesinin üzerine yazdığım yazıda kalmıştı. Neden?
Bir sonraki istasyonda tıpkı onun gibi son anda karar değiştirerek kendimi dışarı atıp tersine istikametteki metroyu beklemeye başladım. Tekrar bulabileceğime dair umudum yoktu ama oraya onu çeken şeyin ne olduğunu bulmak bu hayattaki en büyük görevimmiş gibi hissediyordum.
Şansıma birkaç dakika sonra metro geldi. Binerken bir anlamsızlık çöktü içime. İçinde olduğum duruma, yapmakta olduğum şeye aklım almıyordu. Tüm bu çelişkilerle adamı gözden kaybettiğim istasyonda inip onu en son gördüğüm yere kadar yürüdüm. Çok güzel şimdi ne yapacağım. İzlediğim o müthiş gizemleri çözen dedektif dizilerinde çok daha kolay görünüyordu. Elimde birkaç bilgi daha olsa işim kolaylaşırdı elbet ama benim sadece bir bulmaca gazetesinin tepesine yazdığım ‘nergisten’ başka bir şey yoktu elimde. İndiğinde gözlerini ayırmadığı viran semte doğru yürümeye başladım. Kentin tam ortasında, en uğrak yerinde bu kadar yokluğu içinde barındıran bir mahalle insanı şaşırtıyordu. Büyük bir yamaca kurulmuş dizi dizi gecekondular, az ötesinde elli katlı plazalara gövde gösterisinde bulunuyordu sanki. Bir dizi cadde, kavşak, trafik ışığını atlattıktan sonra sokakların birine girdim ve yürümeye başladım.
Bacalardan yayılan dumanla puslanmış sokaklar beni çocukluğuma götürdü. Sokakta bağrış çağrış top oynayan erkek çocukları, evlerinin önündeki kaldırımda oturmuş gülüşerek sohbet eden kız çocukları… Sokaklardaki her bir görüntü çocukluğumdan izler taşıyor gibiydi. Otuz yıl önce zaman burada durmuş sanki. Sanki köşeyi döndüğümde kemik şeklindeki jelibonu büyük cam kavanozdan taneyle satın aldığımız bakkal çıkacak karşıma. Zamanda yolculuk yapar gibi yürüdüm semtin sokaklarını.
Yavaşça yokuş yukarı sokak aralarında dolaşarak yamacı tırmanıyordum. Neyi aradığımı nerede bulacağımı unutmuş gibiydim. Hayalle gerçek arası bir yerde, geçmişle bugün arası bir zamanda adımlarım birbirini takip ederken kentin boğucu gürültüsünün ve çocuk seslerinin azaldığını fark ettim. Köşeyi döndüğümde kocaman gövdeli yüksek ağaçların arasında bir park gördüm. Kuş seslerinin arasında bir parça soluklanmak düşüncesi bile çok iyi hissettirdi. Adımlarımı hızlandırıp parkın içinde bir banka attım kendimi. Ayaklarımın sızısını da ilk o an hissettim. Burada, bu kadar yüksekte, bu büyük gövdeli ağaçların altında kentin kaosu çok küçük ve anlamsız göründü gözüme.
Bir an derinlerde anlam veremediğim bir ses duydum. Biraz kulak kabarttığımda kesik kesik hıçkırıklar arasında konuşmalar duydum. Sesin geldiği yöne baktım ama bir şey göremiyordum. Oturduğum banktan kalktım. Sese doğru yürümeye başladım. Bir ağacın altında toprakta dizlerinin üzerinde oturmuş konuşan adamı gördüm. Biraz daha yaklaştım. Bu oydu. İstasyondaki adam.  Dizlerinin üzerine kapanmış hıçkırıklar arasında kendi kendine konuşuyordu. Kelimelerin çoğu hıçkırıklarla kesiliyor, zihnimde anlamlı bir bütün oluşturmuyordu. Aralıklarda duyduğum kaza, yalnızlık gibi sözcüklerden bir kayıp olduğunu düşündüm. Bir süre sonra hıçkırıkların aralıklarının uzamasıyla kelimeler biraz daha belirginleşti. “Bak geldim işte” Defalarca tekrarladı bu sözleri. Dizlerinin üzerine hafifçe doğruldu. O an ne yaptığımın farkına vardım. Beni görmesi ihtimali bütün bedenimi ürpertti. Sessizce birkaç adım geriye attım. “Biliyorum” dedi. Anlamlandıramadım bir an. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutabilirdim. Kendi kendine söylemiş olmasına umut ederek arkamı dönüp yürümeye başladım. Bu sefer daha gür sesle söyledi “Biliyorum” dedi. Durdum. “Buraya geleceğini hissettim. İstasyonda bana bakarken içimdeki kederi gördüğünü hissettim.”  Şaşkınlıkla “Pardon” dedim “Bana mı söylüyorsunuz?” Ne evet dedi ne de hayır. Devam etti. “Aslında sana teşekkür edecektim. Sen hatırlattın. Uzun zamandır hatırlamaya çalışıyorum burayı. Hasta benim beynim.” “Na-nasıl yani ama ben bir şey yapmadım ki. Sizin beni gördüğünüzü bilmiyordum.” dedim telaşla. “Gördüm. Nasıl görmem?” Dizlerinin üzerine doğruldu önce, yavaşça ayağa kalktı. Yüzünü dönse uyanacaktım sanki. Her şey rüya gibiydi. O kadar utanıyordum ki rüya olmasını diledim. Yavaşça yüzünü döndü. Lacivert gözlerinin rengi solmuştu. Orada, bir saatte on yıl daha yaşlanmıştı. Yanıma yaklaştı. Aklıma istasyonda bir şey söylemek isteyip vazgeçtiği an geldi. Oradaki gibi bulutlu lacivert gözleriyle bakıyordu şimdi tekrar. “Gözlerin onunkinden” dedi. Ne desem bilemedim. Ne söylenebilir ki? Orada öylece kaldık bir süre. Sonra yavaşça gözlerini yere indirdi. Arkasını dönüp yavaşça yürümeye başladı. Gözden kaybedinceye kadar arkasından baktım.
Sanki beni gördüğünü anladığım andan beri ilk defa nefesimi bıraktım. Kalbim, karnım, dizlerim, tüm vücuduma aynı anda bir ağırlık çöktü. Sanki onun bütün ağırlığı benim bedenime yayılmıştı. Neden buraya geldi? Kimi aradı? Gözleri bana benzeyen kim? Artık bu sorulara cevap alamayacağımı, dahası bir anlamının da olmadığını biliyordum. Gözlerim hıçkırıklara boğulduğu ağaca takıldı. Yaklaştım. Ağacın kocaman gövdesinin hemen yanında toprağa yayılmış çiçekleri fark ettim. Nergisleri… ÇİÇEKLERDEN EN ÇOK NERGİSİ SEVER. Benim gibi…