Reklam

ŞAH VE PİYON*

ŞAH VE PİYON*
08 Şubat 2024 - 01:44
ŞAH VE PİYON*

Engin Kükrer 

 “Sayın yolcular, bu sabah itibariyle ordumuz yönetime el koymuştur. Arama ve kimlik kontrolü yaptıktan sonra sizi serbest bırakacağız. Bizimle iş birliği yapmanız lehinizedir. Hey sen! En arkada oturan yeşil parkalı! Ne diye homurdanıyorsun? Adın ne senin?”
“Mikail Gezmiş!”   
***
Mikhail Botvinnik’in, vatandaşı Vasily Smyslov’u yenerek Dünya Satranç Şampiyonluğunu geri aldığı gün doğduğum için babam “Mikail olsun bu çocuğun ismi!” demiş.
Evde isim koyma mevzusu ne zaman açılsa babama “İyi ki Smyslov kazanamamış maçı, yoksa adımı Vasili koyardın sen!” deyip takılırdım.
Babam da “Annen sana Kur’an’da geçen bir isim koyulmasını istiyordu. Ben çocuğun adı Mikail olsun deyince, hemen kabul etti. Bir taşla iki kuş!” diyerek cevaplardı beni. Sonra da annem söyleninceye kadar gülüşürdük.
 Aynı renkteki iki ayrı satranç taşı gibiydi annem ile babam. Geniş kalçası, uzun boyu ve beyaz tülbendinin içinde yukarıdan topladığı saçlarıyla annem, kesinlikle bir fili andırıyordu. Zaten ömrü boyunca da hep aynı renk karelerde gezindi durdu. Babamı anlamaya hiç çalışmadı. Yine de gücü yettiğince onu hep destekledi.
Babam ise şövalye ruhluydu. Heybetli cüssesi ve dev adımlarıyla, yolda yürüdüğü zaman, kaldırım taşlarını titretirdi. Etki alanı sınırlı olsa da engel tanımaksızın alışılmış kalıpların hep dışına çıktığı için satrançtaki ata benzetirdim onu. 
Kendisi hariç hiç kimseye zararı olmadı babamın. İstese güçlüleri destekleyip rahat yaşamak varken, o tüm ömrünü çevresindeki piyonları vezir yapmaya çalışarak harcadı. Bir kareden ötesine gidemediği halde hürmet gören ve paçasını kurtarmak için diğer taşları, gözünü bile kırpmadan, ateşe atan şahları da oldum olası sevemedi. Belki de kaderin ona son bir jesti olsa gerek, askeri darbe olmadan bir gün önce dünyaya gözlerini yumdu.

***

“Otobüsün aramasını tamamladık komutanım!”
“Vukuat var mı peki?”
“Rusça bir kitap yakaladık komutanım. İçinde şifreli yazılar var. Sahibi Sovyet ajanı olabilir.”
 “Kitabın sahibini ayırın, ifadesini alalım. Diğerlerine de sokağa çıkma yasağı olduğunu söyleyin, oyalanmadan evlerine gitsinler.” 
***
Babamın ölüm haberini aldığımda Ankara’daydım. Sözüm ona Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinde okuyordum ama öğrenci olaylarından ötürü bir süredir okula gidemiyordum. Baba ocağı Erzincan’a her gelişimde Kur’an’a el bastıran anneciğimi dinlemiş, siyasi görüşüme rağmen, uslu bir çocuk olup beladan uzak durmayı başarmıştım. 
Ancak şimdi bir satranç kitabı yüzünden başım dertteydi. Arama yapan askere bunun Sovyet satranç ustalarının maçlarını içeren Rusça bir kitap olduğunu ve şifre zannettiği şeylerin aslında yapılan hamlelerin kaydı olduğunu söylesem de kendimi dinletmeyi başaramadım. Alaburus tıraşlı tıknaz asker, ağzımdan çıkan Sovyet sözcüğünü duyar duymaz, soluğu komutanının yanında aldı.   
Hemen bir karar vermeliydim. Eğer gözaltına alınırsam böylesi karışık bir ortamda çabucak salıverilmem imkânsızdı. Hem askerlerin başındaki komutan en başından beri bana bilenmişti. Bedeli ne olursa olsun cenazeye yetişip son görevimi yapmalıydım. Zaten babamı düşünerek yolda bütün gece uyumamıştım, başım fena halde dönmekteydi. İçimde birikip göz çukurlarımdan taşan damlaların da seline kapılarak arka kapıya yöneldim ve otobüsten çıktım. Ardımdan yükselen seslere aldırmadan, var gücümle, mahalleme doğru koşmaya başladım. Kale gibi çeviktim ne de olsa. Etrafımdaki engellerden bir kurtuldum mu durdurabilene aşk olsun!
***
“Yakalayamadık, elimizden kaçtı komutanım!”
“Kaçtı maçtı, anlamam ben! Yanına iki kişi daha al. O herifi bulmadan gözüme gözükmeyin! Hadi bakalım, geriye dön, marş marş!”
“Emredersiniz komutanım!”
***
Yağmurlu bir Erzincan akşamında yakınımızdaki aile kabristanına defnettik babamı.  Kömür kokusunun ıslak çim kokusuna karıştığı hüzünlü bir akşamdı. Güneşin kof kızıllığı caddeleri esir alan haki renkli araçların camlarından karanlığa göz kırpıyordu. Acısı genzimde kalan, annemin zorla içirdiği, tarhana çorbasının verdiği güçle ayakta zar zor durabiliyordum. 
Sokağa çıkma yasağı olduğu için sadece iki mezarlık görevlisi, cenaze aracı şoförü, imam ve ben vardık naaşın başında. Annem ise küçük teyzem ile birlikte görevliler tarafından önceden açılan çukurun biraz gerisinde ayakta bekliyordu. Naaşın başındakilerle yüklendik tabutu. Çocukken hep beni omuzlarında taşıyan babam şimdi benim omuzlarımdaydı. 
Su birikintilerine bata çıka mezarlıktaki toprak yolda ilerledik. Mezar için kazılan çukurun başına yaklaşınca tabutu yere indirdik. Sonra önü ve kolları nakış işlemeli, beyaz cübbeli imam duaya başladı. Kendisine biçilen rengi ömrü boyunca asla terk etmeyen bu adamın da annem ile aynı türden biri olduğunu hemen anladım. Kafasındaki beyaz sarıkla birlikte o da tıpkı bir file benziyordu. Zaten bizim fil ismini verdiğimiz taşa, yabancı dilde “bishop ” diye boşuna dememişlerdi.
Dualar okunduktan sonra babamı ellerimle yerleştireceğim çukura atladım. İki omuz genişliğinde, boyumu aşan, daracık bir deliğin içindeydim şimdi. Bu kara delik az sonra güneşimi yutarak beni karanlığımla baş başa bırakacaktı. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Çukurun içinde tepeden tırnağa çamura bulanmıştım. Islak toprağın insanı kucaklayan kokusu, akşamın serinliğiyle birlikte ciğerlerime dolsa da içimdeki yangını söndürmeye yetmiyordu. Yine de yüzümde kurumaya başlayan çamurun katılığı, suratımdaki yılgın ifadeyi gizlemeyi kolaylaştırıyordu.
Artık son görevime hazır olduğumu fark eden görevli, mezarın tabanına dizmem için dayama tahtalarını bana uzatmak amacıyla eğildi. Ancak annem dayama tahtalarını mezara yerleştirmemi istemedi. Onun yerine bana elindeki büyük bez çantadan çıkardığı babamın eski satranç tahtalarını uzattı. Meğerse babamın vasiyeti böyleymiş. Zaten onun gibi bir satranç aşığına da böylesi yakışırdı.
Gözyaşlarımı içime akıtarak annemin verdiği satranç tahtalarıyla babamın yeni evinin temelini hazırladım. Ardından siyah-beyaz karelerin arasına usulca yerleştirdim onu. Ben çukurdan çıktıktan sonra, geride yetim kalan satranç taşlarını da toprakla birlikte döktük babamın üstüne. Babama yakışır bir son olmuştu.
***
“Dur!”

“Dur, yoksa ateş ederim!”

“Eller havada yaklaş!”

***
Suçlu olmasam, kaçmazmışım!
Öyle söylediler.
Oysa ben kazanmanın imkânsız olduğu bir oyunu pata bırakabilmek için kaçmıştım otogardan. Evet, en sonunda yakalandım ama yenilmedim. Çünkü birçoğumuz için oyun çoktan sona erdi. 
Şimdi demir parmaklıkların ardında, yeni başlayan oyunun acemi kahramanlarını hayretle izliyorum. Burada eski oyunun taşları ile birlikte, renk ve rütbe ayrımı olmaksızın, hepimiz aynı karanlık kutunun içine tıkılıp kaldık. Kavgamız bitti.
Eee, boşuna dememişler! “Oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya atılır!” diye…

*: Edebiyat Atölyesi 2023 Öykü Yarışması'nda dereceye giren öykülerden.