Reklam

ZAMANSIZ KÜTÜPHANE

ZAMANSIZ KÜTÜPHANE
04 Ekim 2022 - 15:11
SEMRA YURT AKGÜL     

Aysel Hanım evden çıkmadan önce kedilerin, bayat balık kokan mamalarını tazelemek, su kaplarını doldurmak, doksan derecede yıkanmaktan keçeleşmiş bezlerle toz almak ve akşamdan ayıkladığı taze fasulyeyi pişirmek gibi rutin işlerini bitirmişti. Zira kocası emekli maliye müfettişi Muhittin Bey’in, sorumluluklar kuzum, onları aksatmamalı, diye başladığı ve insanı neredeyse vatan haini gibi hissettirecek söylevine katlanmak istemiyordu.

    Bilgisayar çantası elinde evden çıkıp ana caddeye doğru yürümeye başladığında içindeki, ne yapıyorsun Aysel, otur evinde örgü ör, bu yaştan sonra…, duygusuyla, boş versene bir kere de kendin için bir şey yap, duygusu hâlâ kavga halindeydi.
    Dönemin belediye başkanının parsel parsel dağıttığı yeşil alanda kurulmuş yeni semtlerden birinde yaşıyordu. Ağaç, çiçek, böcek ve bolca miskinlik içeren o müstakil evlerden birinde. Oturduğu sakin ve huzurlu siteden çıkıp kalabalık caddeye doğru yürürken, heyecandan ziyade hakkı olmayana el uzatanların mahcubiyetini hissediyordu.
   Yaya geçidine gelince durdu. Metro durağına koşuşturan öğrencileri, servis bekleyen memurları, sıkışan trafikte el kol hareketiyle kavga eden sürücüleri izledi. İnsanları, hayvanları, doğayı izlemek, onları beyninin bir köşesinde saklamak ve vakti geldiğinde hikayelerini yazmak en sevdiği şeydi.
   Etrafına bakınırken gözü önünde duran arabaya takıldı. Kadın sürücü diğerlerinin aksine kornaya basmıyor ya da kendi kendine söylenmiyordu. Aksine, çalan müziğe eşlik ederken oldukça keyifli görünüyordu. Aysel Hanım içinden, evden çıkıp işe gidiyor ya nasıl da mutlu, diye geçirirken, kadının, tatil günleri hariç, yirmi dokuz yıldır her sabah yaşadığı bu keşmekeşten yıldığını hiç bilmiyordu. Yirmi dokuz yıldır evin içinde geçen kendi yaşamına hayıflanarak kadını süzmeye devam etti. Kadın müziğe eşlik eden devinimlerinin arasına sempatik bir selam ifadesi sıkıştırarak ona gülümseyince  Aysel Hanım suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi kızardı. Ne yapması gerektiğine karar vermeye çalışırken yeşil ışık yandı ve kadın sürücü, bütün gün ağız kokusunu çekeceği müdürünün, emekliliğine bir yıl kalmışken kendisini yıldırmasına izin vermemek için yaptığı olumlamalarına kaldığı yerden devam ederek gaza bastı.
  Aysel Hanım caddenin karşı tarafına geçme işini sonraki kırmızı ışığa bıraktığından etrafı incelemeye devam etti. “Şehirden uzak ama sakin, havadar bir yer. Üstelik çok gelişecekmiş. İlerde sizin için de iyi bir yatırım olacak.” Muhittin Bey, Bahçeli’den, eğlencenin merkezinden ayrılmak istemeyen kızlarını ve “Ankara’da yaşadığına emin misin Polatlı olmasın orası?” diyerek kendisiyle alay eden arkadaşlarını ikna etmek için böyle demişti. Aysel Hanım memnundu. Babası ordudan emekli olmadan önce buraya sık sık piknik yapmaya gelirlerdi. Çağlayanı bile anımsıyordu hayal meyal. Ya da anlatılanlardan aklında kalmıştı emin değildi. Emin olduğu tek şey ilk geldiklerinde kendi siteleri dışında burada ne bu çok katlı beton yığınlarının ne köprülü kavşağın ne üç harfli ucuzcu marketlerin ne de onca sahipsiz kedinin olmadığıydı. Etraf, baharda yeşeren çimenler, çimenlerin arasından fışkıran kıpkırmızı gelincikler, sarı papatyalar ve çiçeklerinin baygın kokusuyla insanı sarhoş eden iğde ağaçlarıyla doluydu. Buranın gelişeceği falan yoktu. Yıllar Muhittin Bey’i haksız çıkardıkça Aysel Hanım’ın keyfi katlanıyordu.
   Fakat sonunda geldiler. Hem de ne gelmek. Koca koca kamyonları toprağın bağrını acımadan deşen kepçeleri, gün boyu kafalarında sarı baretleriyle dolanan mühendisleri ve gürültücü inşaat işçileriyle, topyekun taarruza geçtiler. Belli ki plan önceden hazırlanmıştı. İlkin, dere yatağına geniş bir cadde yapıldı. Sonra caddenin sağına soluna binalar dikildi. Bu yapıların en büyüğü içinde lüks mağazalar, zincir yiyecek, içecek ve teknoloji dükkanları olan bir alışveriş merkeziydi. Çevredeki arsalara yüksek katlı siteler yapılmaya başlayınca, mahalleli biraz gak guk ettiyse de sonrasında olayları akışına bıraktı. Çünkü evlerinin değeri bir ayda neredeyse yüz kat artmıştı. Semt Konseyindeki toplantılarda, alışveriş merkezine adımını atmayacaklarını söyleyenler, sonraları buradan çıkmaz oldu.
   Zamanın ruhuna uygun olarak okuma- yazma işinde pek dikiş tutturamayan aylak ama paralı gençler, ünlü kahve dükkanında vaytçaklıtmokalarını yudumlayıp zaman öldürmeye, yeni nesil annelerse çocuklarını fazla zahmet çekmeden sosyalleştirmek için gürültülü oyun salonlarına getirmeye doyamadılar. Hatta mahallenin her biri pek muhterem ev hanımları bile, altın günlerini, alışveriş merkezindeki kafede, glikozla tatlandırılmış magnolia yiyerek yapmakta bir sakınca görmediler. Zaman herkesi ve her şeyi değiştiriyordu.
   Gel zaman git zaman, uyumak dışında neredeyse her eylemi AVM de yapan mahalleli, kapesese, legese yahut teyeteye hazırlanan çocuklarının evdeki kaprislerinden bıkınca, burada neden bir kütüphane yok, demeye başladı. Önceleri kimse ciddiye almasa da vaktiyle arkadaşlarının, bundan bir bok çıkmaz, oyun salonunda yicektik o parayı, demesine aldırış etmeden harçlıklarıyla sanal para alan ve sonrasında köşeyi dönen, mahallenin uyanık gençlerinden biri bu fikri benimsedi. Yine eşe dosta aldırmadan harekete geçti ve ona ömrünün sonuna kadar oturduğu yerden para kazandıracak yeni işini kurdu.
   Aysel Hanım Zamansız Kütüphane’nin tam karşısında beklerken şüphesiz bunların hiçbirini düşünmüyordu. Aklından geçen şey, masanın başına oturduğunda, hayallerinin orada olup olmayacağıydı. Zira kimi zaman zihnindeki tüm çağlayanlar kurur ve çorak bir bozkıra dönerdi.
  Yeşil ışık yanar yanmaz caddeye atladı. Berberi, kuaförü, ara sıra peynir aldığı şarküteriyi, korkusunu, kaygısını ve üstüne yapıştırılan tüm etiketlerini geride bıraka bıraka kütüphaneye doğru ilerledi.
   Geniş kanatlı cam kapıyı itip içeri girdiğinde onu filtre kahvenin insanın zihnini açan o keskin kokusu karşıladı. Karşıdaki bölmede, uyku mahmurluğunu üzerinden henüz atamamış gençten bir adam duruyordu. Aysel Hanım sanki her sabah buraya gelirmiş, kahvesini alır çalışma masasına geçermiş gibi, oldukça rahat bir tavırla adamı selamladı.
Günaydın.”
  Genç adam ne yadırgayan ne eleştiren, aslında hiçbir duygu içermeyen bir yüz ifadesiyle yanıtladı;
Günaydın. İlk kez geliyorsunuz sanırım. Giriş ücreti otuz lira. Buna bir içecek dahil. Öğle arası kırk dakika. Süre bitmeden geri dönerseniz yeniden ücret almıyoruz. Kısa molalar sorun değil ama   masayı uzun süre boş bırakmanızı istemeyiz. İyi çalışmalar.”
   Adam işini öyle mekanik ve profesyonel yapıyordu ki hayran olmamak elde değildi. Soygun planı yapmak için hırsızlar gelse onlara da aynı hizmeti verecek gibi duruyordu.
 Aysel Hanım da aynı resmiyetle teşekkür etti ve adamın uzattığı kırmızı plastik markayı alarak Sessiz Salona doğru yürüdü. İyi havalandırılmış, çamaşır suyu ile paspaslanmış ve tozu güzelce alınmış salonda, yapılan işe verilen önemin tüm işaretleri mevcuttu. Pasaklı öğrenciler değil ama Aysel Hanım gibi titiz bir ev hanımı bunu ilk bakışta fark ederdi. Aferin oğlana, diyerek en uçtaki tek kişilik masaya, sırtı salona dönük olacak şekilde oturdu. İşte sonunda burada, kendine ait bir masada, kalemi, kağıdı ve hayal gücü ile bir başınaydı.
   Masaya yerleşip defterini kalemini hazırladıktan sonra etrafı incelemeye koyuldu. Basit ama kullanışı duvar rafları, rahat sandalyeler ve masalar…Daha ne olsundu. Çalışmak isteyen biri için burada her şey vardı.
   Aydınlık ve ılık salonda otururken, içini, çok öncelerden hayal meyal anımsadığı bir duygu kapladı. Sanki çocukluğunun geçtiği o soğuk doğu kasabasındaydı. Kış akşamı, elinde kitabı kuzinenin başında, yanan odunların çıtırtısı eşliğinde kitap okuyordu. Düşük voltajlı sarı lamba arada tekliyor, radyoda çalan şarkının ezgisi odaya doluyordu. Derken harfler, şekiller, iklimler, gerçekler ve düş birbirine giriyor, Aysel Hanım uyku ile uyanıklık arasındaki o tekinsiz yolda gidip geliyordu.
 “Saçmalama Aysel uyumaya mı geldin buraya?”
  Kendini uyanık kalmaya zorlarken gözü duvarda asılı taklit bir Picasso tablosuna takıldı. Tablonun soluk renklerinden midir nedir içi kasvetle doldu.  “Belli kadın dertli. Baksana nasıl mutsuz bakıyor. Resim yapmayı da severdin değil mi Aysel? Sevdiğin her şey gibi onu da halının altına süpürdün.”
  Aysel Hanım, kendiyle hesaplaşır ve uykuya direnirken salon da yavaş yavaş dolmaya başladı. En   güzel çağlarını, gezmek, tozmak, eğlenmek yerine, beş seçenekten doğru olanı işaretlemeye adamış yorgun ve umutsuz gençler, birbirlerine hiç bulaşmadan, önceden belledikleri yerlerine geçip oturdular. Soru kökü ve çeldiriciler dışında başka hiçbir şeye vermedikleri dikkatlerini Aysel Hanım’dan da esirgediler. En iyi olasılığı hesaplamaya çalışan sayısalcılarla, kuralcı Beş Hececiler ve serbest Garip’çiler arasında kalan sözelciler, hayatın onlara sunacağı en doğru seçeneği yuvarlak içine alabilmek için kalemlerine sıfır beş uçlarını taktılar.
     Kütüphane kültürüne iyiden iyiye uyum sağlamış gençlerin aksine Aysel Hanım bir süre sonra direnmekten vazgeçti ve yüzünü masanın sert yüzeyine dayayarak derin bir uykuya daldı.
  Artık kütüphanede değil de tablodaki solmuş beyaz çarşaflı o eski püskü yataktaydı. Pislikten arınmak için odanın ortasında kaynar sularla yıkanan kadını izliyordu. Neden bu kadar kirli hissediyor? Sırf bir kimlik bahşettiği için kendisine dokunmasına göz yumduğu ağzı çamur kokan o adam yüzünden mi? Yoksa var olmak istediği halde buna cesaret edemeyişinden mi? İnsan ne zamana kadar kendisi olmaktan kaçabilir ki? Peki sen Aysel sevdin mi Muhittin Bey’i? Onunla muhabbeti sevdin mi?”
    Aysel Hanım, masanın sert yüzeyinden çok rüyasında düşündüklerinden rahatsız olmuş gibi kıpırdadı. Başını sağdan sola çevirince biraz rahatladı. Sonrasında rüya işte garip bir şey oldu. Tablodaki kadının düşüncelerini okumaya başladı. Kadın, kısa kalan bacağını uzun olana eşitleyen mavi elbisesini giymek ve istemediği halde üzerine yapışan eş, ana, evlat gibi tüm kimliklerinden sıyrılarak, açık pencereden uçup gitmek istiyordu. Fakat pencereyi açamıyordu. Buna gücü yoktu. Bunun üzerine Aysel yavaşça doğrulup pencereyi araladı. Tablodaki kadın minnet dolu bakışlarla ona teşekkür ederek, sarı saçlarını savura savura pencereden çıkıp gitti.
  “Teyze, teyze uyan! Horluyorsun Haydi git yerine yat.”
 Aysel Hanım, yanağında oluşan kitap izinin farkına varmadan kafasını kaldırdı. Annesinden öğrendiği yapmacık bir ilgiyle kendisine seslenen gence baktı. Çocuk açıklama bekler gibi bakmaya devam edince Aysel Hanım, yüklerinden kurtulmuş ve aradığını bulmuş insanların bilgeliğiyle tane tane konuştu;
Ben yerimdeyim yavrum merak etme. Haydi sen git kendininkini bul. Dikkat et. Yanlış seçeneği işaretlersen çok vakit kaybedersin.
  Çocuk, ne halin varsa gör, der gibi omuz silkip uzaklaşırken o da hemen kağıt kaleme sarıldı.
   Aysel Hanım Zamansız Kütüphane’nin kapanış saatinde yani tam gece yarısı masadan kalkarken, cep telefonunda yirmi dört cevapsız arama, okunmamış elli iki mesaj ve defterinde temize çekilmeyi bekleyen Aysel Güçlü imzalı tam beş öykü vardı.