Reklam

Karınca öyküsü

Karınca öyküsü
17 Aralık 2021 - 14:46

Yılmaz Can Derdiyok

“hep konmuş
hem göçebe
hem balık hem kuş
yanık otlar gibi kavrulmuş
esmer ve yoksul”
Behçet Aysan


Son zamanlarda sıklıkla olduğu gibi yine uyku ve uyanıklık arasında yaşanan gel git anlarından birini yaşıyor, soğuk ve nemli yatağında büzüşmüş bir biçimde yatıyordu. Bir yandan uyanıp şehre inmesi ve iş başı yapması gerektiği düşüncesi zihninin yaşadığı telaşı arttırıyor, diğer yandan ise uyandıktan sonra muhtemelen hiç hatırlamayacağı kimi düşüncelerle boğuşuyordu. Beynine giren her düşünce göğsünün tam ortasında hissettiği yeni bir kaygıyı tetikliyor, kaygıyı hissettiği her an zihninde yeni bir düşünce beliriyordu. İçinde bulunduğu durumu bir sözcükle ifade edecek olsa o sözcük muhtemelen ‘sarmaşık’ olurdu. Ait olduğu topraklara geri dönememe ihtimâli, bulunduğu ülkenin topraklarına adımını attığı ilk anda avını boğmaya niyetli bir yılan gibi onu sarmalamış ve o günden bugüne hiç çözülmemişti. Çözülmek bir yana, yılan onu her gün daha da çok boğuluyordu.
Güneş henüz doğmamıştı. Uyuduğu oda şehre uzak yüksek bir tepede konumlanmış eski bir gecekondunun sokağa bakan kısmındaydı. İş başı yapmak için şehre inen işçilerin öksürükleri, tıksırıkları ve boğuk sesleri dikkatini çekti. Kulağına gelen sesler sigara dumanının havada kayboluşuna benzer biçimde ağır ağır kayboluncaya dek hiç kıpırdamadı. Aradan geçen birkaç saniye sonrasında bir an önce evden çıkıp yola koyulması gerektiği düşüncesiyle harekete geçti. Bir bardak su, bir dilim ekmek. İşte kahvaltı…
Sokağa çıkıp birkaç adım attıktan sonra burnuna gelen ağır kokunun ciğerlerini yaktığını hissediyordu. Gecekondu sobalarından yayılan kömürün kokusuydu bu. Evinin konumlandığı yüksek tepedeki yokuştan aşağı yürürken şehre baktı. Sis, gaz ve toz bulutu... Yokuştan inerken olağanca kuvvetiyle şehre doğru bir üfürük savurarak şehri sarmalayan bu kirli örtüyü kaldırmak istedi.

*
“İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil”
Cemal Süreya

Çalıştığı atölyeye geldiğinde hava yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı. Sanki sabahın bütün ayazı yüksek ve beton duvarlı atölyenin içine dolmuştu. Geniş ve yüksek giriş kapısını geçtikten hemen sonra sola döndü ve giyinme odasına doğru ilerledi. Küçük bir odaya doluşmuş on beş kadar işçi soyunmaya başlamıştı bile. Kıyafetlerini çıkardı, yere koyduğu çantasının içine tepti. Duvarda asılı olan kirli tulumunu üstüne geçirdiğinde soğuktan içi ürperdi. Odada kimse kimseyle konuşmuyor, farklı coğrafyalardan bu ülkeye gelmiş bütün işçiler birer birer soyunma odasının kapısından atölyenin içine doğru tıpkı karıncaların ip gibi dizilerek ilerleyişine benzer biçimde ilerliyorlardı.

Şekil verilen demir yığınlarının kaynak çubuklarıyla birbirine yapıştırıldığı, demirlere vurulan balyoz darbelerinden gelen seslerin duvardan duvara yankılandığı bu yerde kendisini her gün sabahtan akşama kadar kurşuna dizilmiş gibi hissediyordu. Nedense bu hissi aslında benzer şartlarda çalıştığı ülkesinde daha önce bu kadar net hissetmemişti. Şekil verilmek üzere gelen demir yığınlarını kamyondan indirip atölyenin en uç noktasına taşıdığı saatler boyunca bu durumun nedenini düşündü.
Yemek molası geldiğinde karıncalar uzun bir merdiveni tırmandıktan sonra atölyenin asma katındaki yemekhaneye yöneldiler. Yemekhanenin giriş kapısına dizilmiş tepsilerden birer birer alıyor, ardından çatal ve kaşık bölümüne geçiyor nihayet midelerine inecek yemeğe ulaşıyorlardı. Yemekhaneye en son o geldi. Sıra beklemeksizin yemeğini aldı. Fakat yemeği yedikten sonra gelmeyen doygunluk hissi günlerdir canını sıkıyordu. Açlık önceleri nadiren hissettiği bir şey olsa da son günlerde bu his süreklileşmişti.
Yemeğini bitirdi ve bulaşık olan tabağıyla kapıya doğru yönelirken atölyenin sahibi kapıda belirivermişti… “Yemekler çok az” dedi elindeki tepsiye bakarak. Ağzından çıkan sözcüklere kendisi de inanamamış, şaşırmıştı. Ancak birkaç saniye süren şaşkınlık hissi yanağında patlayan bir şaplak ile sona erdi.
*
“Bütün düzen bir tahterevalli aslında.
İki ucu birbirine bağımlı.
Yukardakiler durabiliyorlar orada,
sırf ötekiler oturduğundan aşağıda.”
Bertolt Brecht

Çıkış saatine kadar hiçbir şey düşünmeksizin çalıştı. Zaten bu durumda herhangi bir şeyi düşünebilmek neredeyse imkânsızdı. Bahsedebilecek olsa sadece duygularından yahut hislerinden bahsedebilirdi. Utanç, korku, nefret ve belki de öfke…
Zifiri karanlık çökmüş, karıncaların evlerine dağılma vakti gelmişti. Soyunma odasına en son o gitti. Şaşkın ve anlamsız bakışların arasında hızlıca giyinerek atölyeden ayrıldı Uzunca bir yolculuğun ardından kaldığı evin kapısına geldi. Cebinden çıkardığı anahtarı çevirebilmek için demir kapıyı kolundan tutarak kendine çekti ve soğuk demirin elini yaktığını hissetti. O anda hissettiği yalnızca bu değildi. Tıpkı elinin soğuktan yanışı gibi içi de öfkesinin ateşiyle yanıyordu.