Yılan Hikâyesi
Merve Kubanç Pas
Merve Kubanç
Pas. Karşısında duran demir kapının her yanı paslıydı. Elini, belki binlerce kere tutup kaldırdığı ferforje açma yerinin üzerinde gezdirdi. Kolu tüm gücüyle yukarıya doğru çekip kapıyı ittirdiğinde, zor açılan kapının yıllar sonra kendisini affetmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden bütün ağırlığıyla abanıp birkaç hamlede kapıyı açmayı başardı. Bahçeye adımını atarken artık o da paslıydı.
“Şuna bir gelip baksanıza, deliğin içinde bir şey var!”
Dört meraklı göz, parmağımla işaret ettiğim, bahçe duvarının ortasındaki deliğe çevrildi. İçindeki şey her neyse, bütün deliği kaplamış, görüş alanını kapatmıştı.
Ali, birkaç adımda Eda ile arama girip iki yana açtığı kollarıyla bizi geriye ittirip yakından baktı.
“Salyangoza benziyor.”
“O kadar büyük salyangoz mu olur,” dedi Eda.
Kollarını ufak göğüslerinin altında birleştirmiş, gözlerini küçümser bir tavırla Ali’ye dikmişti.
“O kadar biliyorsan gel kendin bak! Bu kadar büyük kabuklu şey salyangozdan başka ne olur?”
Eda, yerden bulduğu dal parçasını eline alıp hızla bahçenin demir kapısını açarak duvarın diğer tarafına geçti.
“Bakalım neymiş.”
Kalınca dalı deliğin içine sokup içerideki şeyi ittirmeye başladı.
“Çıksana, çık hadi.”
Eda ittirdikçe ittiriyor, içerideki çıkmaya pek de hevesli gözükmüyordu.
“Ne yapıyorsunuz orada?”
Hepimiz yerimizden sıçradık. Annem, evin önündeki basamakları hızlıca inerek yanımıza geldi. “Ne var orada, neye bakıyorsunuz?”
“Deliğin içine bir şey girmiş, onu çıkarmaya çalışıyoruz.”
Duvara doğru yaklaşıp Eda’nın ittirdiği şeye baktı annem.
“Bırak Eda, bırak çabuk elindekini kızım. Uzaklaş hemen. Siz de geriye. Eve girin. Hayri. Hayriii.”
Annem, bir yandan babamı çağırıp diğer yandan bahçede dört dönüyor, babam ise elinde saniyeler öncesine kadar büyük bir zevkle okumakta olduğu gazetesi, verandada durmuş olayı anlamaya çalışıyordu. Yüzünde her zaman olduğu gibi annemin telaşını küçümseyen, belli belirsiz bir gülümseme vardı. Olmayan bıyıklarının altına gizlenen o gülümseme, değerli vaktini bize ayırdığı her zaman olduğu gibi kızgınlığa dönüşmek üzere an kolluyordu.
“Hayri, gidip baksana şu deliğin içine. İçinde şey var! Of, çocuklar. Hadi eve girip kapıyı kapatın.”
Ne söylerse söylesin hiçbirimiz yerimizden kıpırdayamıyorduk. Telaşı bir şekilde hepimize bulaşmış, onu coştururken bizi yere çakmıştı. Babam söylene söylene gidip deliğin içine eğilip baktı.
“Ne ki bu? Salyangoz gibi bir şey.”
Elindeki gazeteyi rulo yapıp, tam deliğe sokuyordu ki, durdu. Bakışları annemin şaşkın bakışlarına değdiğinde, ani bir hareketle dönüp hızla eve koştu. Büyük cam kapıyı kapatırken, “Yılan,” diye bağırdığını duyduk.
Yıllar geçtikçe pas, evin büyük cam kapılarını çepeçevre örten büyük demir kapısını da ele geçirmişti. Cebinden çıkardığı anahtarlardan ilkini kilide sokup sağa sola çevirmeye çalıştı. Anahtar hareket dahi etmeyince ikinciye geçti. Tüm gücüyle sağa doğru bastırınca beklediği o sese kavuştu. Klik. Sonra bir klik daha. Demir kapı açılmış, paslar dökülmüştü.
“Kıpırdamayın.”
Annem, nereden bulduğunu hatırlayamadığım tırpanı eline almış, üçümüzü de sırtının arkasına saklayarak deliğinden çıkıp yerde kıvrım kıvrım kıvrılan bir buçuk, iki metrelik yılana saldırmak için doğru anı kolluyordu.
Yılan hareket ettikçe dördümüz de tek bir vücutmuşçasına onunla birlikte dönüp duruyorduk.
“Bırakalım gitsin anne,” dedim fısıldayarak yılanın bahçe kapısına doğru hamle yaptığını görünce.
“Olmaz. Öldüreceğim. Kim olduğumu bilsin.”
Daha önce annemi böyle görmemiştim. Belki de hayatında bir tehdite hiç bu kadar çok yaklaşmamıştı. Kim bilir?
“Gel bakalım pislik, kaçma.”
Yılan, sanki annemi duymuş gibi yol aldığı bahçe kapısından dönüp verandaya tırmanan merdivenlere yöneldi. Biz de o tarafa doğru dönünce cam kapının arkasından olayı izleyen babamla göz göze geldik. Ömrüm boyunca unutamadığım bir utançla bana bakıyordu. Gözlerimi kaçırdım.
Seramik merdivenleri çıkamayıp köşeye sıkışmış yılan, tortop olmuş, kımıldayan siyah bir kemere benziyordu. Annem havaya kaldırdığı tırpanla birlikte bir iki adım atıp avına daha da yaklaştı.
“Korkak.” Bir.
“Korkak.” İki.
“Korkak.” Annem de üç korkakta yılanı yok etti.
Evin içinde kısa bir tur atıp yatağına uzandığında elleri, kolları, son birkaç senedir boyamayıp griye dönen saçları, ağrıyan sırtı, topallayan bacağı ve yorgun ruhu tozlarla kaplandı. Erin. Filmi izlediklerinden beri kızı ona Erin derdi, Erin Brockovich. Gerçi Julia Roberts filmde tek başına üç küçük çocuğu büyüten bir kadını oynuyordu. Kendisi ise elindeki tırpanla kocasını evden kovduğunda, kızı on beş yaşlarında olmalıydı. Gözlerini kapattı. Bugünün hayalini öyle çok kurmuş, evini elinde tutabilmek için öyle çok uğraşmıştı ki. Ve işte sonunda buradaydı. Biraz toz, biraz pas dışında her şey yerli yerindeydi. Bildik kokuyu içine çekip huzurla uykuya daldı.