Reklam

Kendi Sabahına Uyanmak

Sibel İnanç                Yorgundu

Kendi Sabahına Uyanmak
16 Eylül 2020 - 12:02

Sibel İnanç

               Yorgundu. Başkalarının hayatı için yaşamaktan yorulmuştu. Her sabah kızından, kocasından ve evinden ibaret olan hayatına(!) açıyordu gözünü. Mesela daha dün marketten aldıklarını bir çırpıda yerleştirip kızını okuldan almak için koşaradım çıkmıştı evden. Kızının derslerine yardım eden, okul toplantılarına katılan da oydu. Servise verememişlerdi aylık giderlere bir kalem daha eklenmesin diye. Zaten kıt kanaat geçinen insanlardı şimdi durduk yere bir masraf daha çıkmasındı nasılsa bol bol zamanı vardı her gün kızı pekâlâ okula götürüp getirebilirdi. Kocası böyle demişti. Ne yapsın kocası da haklıydı. Sesini çıkarmadan kabul etmişti. Elbette kızını çok seviyordu, canıydı, ciğeriydi. Annelik bu; tabii ki yapacaktı hem de seve seve… Seve seve de işte arada onun da bir nefeslik molaya ihtiyacı vardı. Dönüp biraz da kendi için nefes alması, kendi sabahına uyanması gerekiyordu. Nedense ev hanımı olunca bütün gününü evinde yayılarak oturan, keyif çatan bir işe yaramayan kadınlar geliyordu çoğu insanın ve maalesef kocasının aklına. Ama atladıkları ufak bir detay vardı: Evin işleri, yemeği, bulaşığı, temizliği her gün yapılan ama sürekli tekrarlanan bir film çekimi gibiydi. Yeniden yeniden… Sahne: Ev Çekim: Sonsuz Plan: Yemek yapımı Plan: Çamaşır ve ütü... Ne ev hep temiz ne tencereler hep dolu kalıyordu! Yani o görünen ‘bol bol’ zaman sanılanın aksine işle güçle ‘dolu dolu’ geçiyordu.

               Bazen koca bir sepet dolusu bıkkınlık gelip çöreklenirdi içine. Fasulyeleri kırarken bile kızının ödevlerine yardım ettiği zamanlar arada bir dalar giderdi gözü koşturmadığı, bir tek iş bile yapmadığı kendi sabahına. Nasıl olurdu kim bilir! Hatta bir çılgınlık eder hayalini daha da büyütür, koca günün kendisinin sadece kendisinin olduğunu düşünürdü. Bacaklarını uzatır kitabını okur, canı isterse film izler, döne döne gerine gerine uyur, canı isterse dışarı çıkardı. Kolları bollaşmış kazağını, çamaşır suyu lekeli eşofmanını bir kenara fırlatır, çiçekli bir elbise giyerdi. Öyle kronometre tutulmuş gibi koştur koştur değil, hatta aylak aylak dolaşır, telaşsız, kaygısız, mis gibi havayı, güneşi içine çeker belki bir vapur güvertesinde nicedir daralmış ruhunu gezdirirdi maviliklerde. Bir taşım kendini şımartır, sinemaya giderdi belki kendi istediği bir filme kendi istediği bir saatte. . Belki sahilde oturur kâğıt helva yer (küçüklüğünden beri en sevdiği) denize bakar, göğe bakar ama saate bakmadan zamanı unutarak vapurları izlerdi. Göz kararı havaya bakıp tutardı evin yolunu. Güneşte kuruttuğu çamaşırlar gibi bembeyaz, ferah, çiçek kokulu bir gün yaşatırdı kendine. Neden sonra kurduğu hayalden gerçek dünyaya hızlı bir geçiş yapar yemek hazırlığına girişirdi. Kocasının sevdiği yemeği yapmaya. Kocası iyi biriydi. Bu geçimi zor hayatta sabahtan akşama kadar çalışıp eve yorgun argın dönerdi. ‘Bi hafta sonu vardı’ onun deyişiyle “bi hafta sonu”. Ayağını uzatıp dinlendiği, gazetelerin spor sayfalarına gömüldüğü ve maçları izlediği hatta tekrarlarını bile izlediği bi hafta sonu. Ne yapsın o da bu durumda kocasının hafta sonlarını yaşıyordu ev işleri ve ödevler eşliğinde. Arada bir dışarı çıktıkları olurdu olmasına ama o da market alışverişi için. Bu sosyal aktiviteleri(!) de uğultulu bir AVM’de pizza yiyerek son bulurdu. Çoğunlukla evde pineklemeli, bol can sıkıntılı cumartesi pazarlar… Hayatının tüm hafta içleri kızı ve evi tüm hafta sonları kocası tarafından rezerve edilmişti kendi hayatı bu durumda ayakta öylece kalakalmıştı.

               Pazar geceleri maç yorumları yapan adamları dinlediği kadar kendini dinlememişti yıllardır ya da kızının matematik problemlerini çözdüğü gibi çözmemişti ruhunun üstüne atılan düğümleri. Bir dolu günlük hengâme altında kalmıştı hayatı çekip çıkaramıyordu. Yine bir pazar gecesi ev işlerinden yorgun bedeni, gazete hışırtılarının ve maç yorumcularının bağırışlarının yorduğu zihni sürüklenerek yatağa giderken ertesi gün yine kendi sabahına uyanmayacağını biliyordu.