Reklam

Tanrı'nın 3 Emrinde Yolculuk

Tuğba Ay  “Gün battı batacak

Tanrı'nın 3 Emrinde Yolculuk
20 Eylül 2020 - 20:57

Tuğba Ay

 “Gün battı batacak.” Rüyamdan bir pencere uzanıyor serinliğime, adını verdiğim fesleğen tohumu yeşeriyor. Bir çilek çilpik atıyor hınçla, balkonun boyası dökülmüş demirlerine. Sandalyem bitkin bugünlerde. Yine o şiir başlıyor ve davullar gömülüyordu şakaklarıma. Sonra taş parçalarını fırlatan, kesen, bölen bir deniz yeşili yayılıyor boynuma.

Neydi içindeki Tanrım, bir bilsem, dümdüz bir yol gibi önüme serilen bu hayali çizgilerde akanı. Bu dalgasız kaşlar ve açtığı yuvalardaki bu dingin, hep anlamaya çalışan bakışlar. Elli ve üç yaşında meraksız bir çocuğun ne bungunluğa ne coşkuya bulaşmamış soruları gibi sade ve sinir bozucu sadece soran bakışları. Boşluk mu, hiçlik mi, yaşanmamışlık mı? Her geçenin bir hikayesi olmaz mıydı? Yanlış mı inanıyordum, kör bir inanca mı adadıydım ömrümü de bercesteler bulmaya çalışıyordum çizgili her surata? Çizgileri olmayacak mıydı attığı her yaşanan günün, ayarlanan saatlerin, yürek yangınları çukurcuklar açmayacak mıydı ve doluşmayacak mıydı külleri? Neredeydi Tanrım kaybettikleri, kaybettiklerine ağladıkları? Bir gayretle kazıyorum derisini, bakışlarından başlayıp, çıkacak diyorum, yapışacak yaraları yaralarıma. Yok, küçücük bir iz bile, isterik yollarına kafamı uzatacağım, uzatıp bakacağım, kanayacağım, kanatacağım. Eksikli bir anne büyütmemiş miydi yoksa onu, memeyi ararken bile ağlamamış mıydı yani? Babası çocuk yetiştirmenin bilmem kaç altın kuralına hem de hepsine birden mi uymuştu? Bir izi olmaz mıydı insanın Tanrım, ilk bakışta bile kendini ele veren? Yoktu. Ve sonra, bir gülüşü vardı dünyamı sığdırdığı. Derken buldum. Bulduğumu, Gaia'ya sundum.

En çok kendime kızıyorum sonra. Üç senelik çıngıraklarımın başına yollanıyor duygularım. Öptü nefesimi diyorum. Öptü, o fesleğeni bırakırken ölümüne. Polisler sordular: Ne var ne ötüyor bu saksının içinde? Yok, taş var diyorum taş parçaları. Sızsın kalan su çürütmesin kökleri. Yok, başka bir şey. Odanın duvarına soruyorum. Gelmiş, toprağını taşını birbirine katıp. Soruyorum nereye gömüldü o fesleğen. Yanıt yok. Sonra polis dönüyor, balkon demirinden kardeşine ağlayamayışına sarkıyor, diyor. O pijama sallanıyor şimdi çamaşır ipinde. Annemin yatağı döven yumrukları. Çaresizlik oluyor bilincimde. Anlamıyorum bu insanlar nereye koşuyor. Kalabalık. Dizleri üzerine oturmuş yalvaran çaresizliğin resmi. Mermi. Ses. Sekme. Telefon. Ve iki dağ. Yıkılmak istiyordu.

Etrafımda her şey asılı kalıyor sanki. Sesler, annemin yumrukları, griye çalan örtüsü, çiçekli divan sergisi, dolabın sivri kulpu. Çamaşırları karıştırıyorum, pijama altımda. Yağ, parfüm karışımı kokan ruju arıyorum, vişne rengi. Ayak bileklerim incelmiş. Hep böyle ince miydiler, bilmiyorum. Yolculuklarda ağır geliyor topukları kalın botlar. Çocukların/luğun ayaklarının bileklerini anımsıyorum. Dolabın kapağını açışımı, vişne rengi ruju saklı gizli arayışımı. Bungun bir bahar mor çiçeklerime karışıyor, ellerime bulaşıyor. Akıtıyorum ruhumdan, elmas anahtarlıktan Satürn'e bir yol oluyor.

Ve yıllar sonra, son bağım elimden alınmış gibi… Her şeyi, korkumun kabuğu öfkemin yıkıcı gücüyle yakıp, külünü Poseidon'a sundum da bir boynuma geçirdiği yolculuk yeşilini benliğimden ayıramadım. Ona, onunla bütünleşen sana, Gaia'ya bırakmıştım ve yılda bir gün ödünç alıp boynuma geçirirdim, boynumdan yolculuğa değen o Poseidon'un dalgalarında. Yolculuğa ant içerdim yolumda. Ve bir gün yılda, boynumdaki yeşille, ters çevrilen o iki geminin yokuşlarına koşar, varlığına ulaşırdım. Boynum yolculuk olurdu, yolculuğum doğum. Kalan günler 'yaydığı gizemin ruhumun boynuna taktığı pençesinde'. Hades durmamıştı, şimdi onu tamamen bedenimden alıp, ruhumun boynuna taktı. Kanadı ruhuma battı incir gözlü, küllenen iki penguenin. Bedenimle buluşan son bağ elimden alındı da ruhum tamamen boyunduruğunda. Yolculuğum bitmedi, bitmeyecek anladım. Aramak yolunda...Yeşili... Diyerek, yaslar karalamanın üzerinden bir tüm gün bile geçmemişken, tekrar değdi parmaklarım yeşile. Aradığını bulmanın tadında. Kanadına değmenin hazzında. Şükranlarımı sunarken Gaia'ya teşekkür ettim bu mutluluğu tekrar tatmama izin verdiği için. O coşkuyu doyasıya yaşadığımı sanıyorum da sana ulaştırmak aklımın ucuna bile değmedi. Ağrım kağıda simsiyah bulaşıyordu.

Sonra düşündüm. Sancıda kaleme sarılırken, sevinçte niye yoktu bu sarılma isteği? Sancılarımız kadar sahiplenmiyor muyduk sevinçlerimizi? Sevinçlerimizi damıtarak yaşamıyor ama acılarımızı damıtarak mı yaşıyoruz alışkanlıktan? Ya da tam tersi? Öyle ağır geliyor ki sancılar, kaleme sarılma isteği nefes alma boşluğu yaratma çabası mı? Sevinçlerimizi sahiplenip bir çırpıda ve birbirimize göstererek de yaşantılarken, acılarımızı ruhumuzun boynuna takıp, görünmez bir kolye gibi mi taşıyoruz? Taşıyoruz da birazcık görünür olduklarında sahiplenemeyip kağıda mı aktarıyoruz, bizim bir parçamız olmaktan çıksınlar ve orada döngülerine devam etsinler diye? Meditatif diyorlardı fakat yazıya dökülünce artık bizim bir parçamız olmuyorlar mı gerçekte? Yoksa, hayallerimizi kurtarıyorduk da kendiliğimiz yine mi o kırmızı arafta? Yerini bulamamanın ve 'illaki bir yeri olmalı insanın' inancında temellenen telaşla gösterilen bir yere alelacele oturmak mı, oturulan/oturtulan yerini yadırgamak mı, renklerin tadına varamayıp bazılarını seçip giyinerek, bazılarını benliğimizden soyunarak girişilen başarısız bir kortikal deneme mi? Bir dolu soru… Sorulardan merdivenler kuruyordum kuyularıma.

Yolculuğu seçiyordum ve zaman zaman yola özlemli kalıyordum. Yolcunun yol olduğunu, yolun yolculuk olduğunu unuttuğum oluyordu. Kavuşmalarımı gün batımlarına saklıyordum. Örtüler kesiyordum, örtüler biçiyordum, örtüler dikiyordum. Olmadı deyip değiştiriyordum, sımsıkı sarınıyordum da sarıyordum da sıyırıp atıyordum da. Yaşamı durmak olarak algılayanlarda da gitmek olarak algılayanlarda da ‘güç ve korku her zaman yan yana’ mıydı yoksa? Yan yana mıydı kayıp ve kazanç?

İçimden bir ses bölüyor sonra düşüncemi. Kaldır bak, içinde kim var? Örtüyü kaldır bak, içinde renklerle dolu siyahı da beyazı da dahil bin bir örtü var, diyor. Göğü değil, yeryüzünü, yeryüzün sandığın örtülerini sıyır sırtından da gör ne gök'ler var ne örtüler var…

Takılıp düşüyordum, zahmetsiz koşuyordum ve bir öğreti menevişleniyordu imdadımda: Bütün olarak acılarımız ve sevinçlerimiz sahiplenilmeye değen kutsal yaşantıları ruhumuzun. Bütün olmak zamanı gelene değin; bütünleşmenin tüm formlarına, sevincime, sancıma, yol'a, yolculuğa, boynuma armağanıdır Gaia'nın. Boynumdaki yeşimi okşuyorum.

Sancılanan kalemi sandalyemin hayalet bacağının yuvasına oturtuyorum ve bir Tanrı emri gümlüyor şakaklarımda: Gemilerin dağ olsun, iki penguen kanatlansın göğünde, fesleğenin kuşakları hükmetsin güneşine! Poseidon'la oyna, Zeus'la dans et, Dionysos'la dertleş, Eros'a göz kırp, Narkissos'la yüzleş ve Âdem'le barış! Nasıl olsa gömüleceksin Gaia'yla ve bütünleşeceksin yaralarınla.

Pencereyi kapatıyorum. Balkondan gelen taze bir ses bölüyor uykumu: Teyze! Çilekleri topladım, fesleğeni suladın mı?