Reklam

Şiir ile öykü arasındaki ilişki: Metamorfoz

Şiir ile öykü arasındaki ilişki: Metamorfoz
12 Nisan 2021 - 12:24
 Ali Deniz Uslu
“Gideceğim yere bir yol yok, onu kendim açmam gerekiyor.” Yolumun en başından beri kendime söylediğim bu cümle, edebiyat cehennemine giden yolla bıçak sırtı bir savaş çığlığı, siz buna slogan diyebilirsiniz. Metinsel süreçlerde hep kapalı kapıları seçmek en zor ve doğru yol. Günlük sıradanlık, sığlık, kirli ilişkiler zaten boğazımıza kadar dibe çekti bizi. Tekinsiz dizeler, yeni anlatımlar ve girdaplı paragraflar bu yüzden hem okuyucu hem de yazar için bakir topraklar. Nesre yaklaşan tuhaf bir nazım… Şiir ile öykü arasında gidip gelen bir dil. Şiirlerin düz yazıya bağlanıp, sert etkiler bırakması belki de yeni çağın ruhu. Elbette herkes dünyayı kurtarmanın peşinde ama belki de daha az zarar vermeyi öğrensek daha iyi değil mi? Şiirsel öyküler yazan, öykülerini şiirselleştiren, sıkça öykü ile şiir için yeni bir patika arayan isimler dolu edebiyat tarihi. Tabii bir balina yutup büyük laflar etmek kolay. Okumaya tahammül edemeyeceğiniz şeyleri de yazmamak gerek. Katılır mısınız bilmem ama şiiri öyküleyen ve tanımlayamadığım bu krallığa hizmet edenlerden bir yazar ordusu kurabilirim: Nikola Vaptsarov, William Blake, Cemal Süreya, Dante Alighieri, Rainer Maria Rilke, Cemal Süreya, Turgut Uyar, William Blake, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Charles Bukowski, Dante Alighieri, Friedrich Nietzsche, Şair Eşref, Aziz Nesin, Ece Ayhan, Edip Cansever, Ezra Pound hatta Kurt Cobain...
Belki biraz Luther, Hemingway, Platon ya da Kierkegaard... Zor ve sıkı metinler, uykusuz bırakacak türden. Bunlar okuyucuyu bağışlamaz, affetmez, kamyonu üstünüze sürer... Onlara bağışıklık kazanmak için arada birkaç doz alınması gerekir.
Yazar kadar okuyucu da ciddiye almamak şartıyla kimin şair kimin öykücü olduğuna okuyan karar verir. Dr Jekyll ve Mr Hyde paradoksu gibi. Şiir, evrene salındığında yeteneksiz ve içine kapanık bir serseriyken, tarih onu zamanın kahramanı da ilan edebilir. Tanrıların arasında bir fani ne kadar tutunabilirse, tanrıları yaratan fanilerden de epey korkar tanrılar. Edebiyatın içindeki karanlık heyecan da işte bu isimsiz savaştan gelir. Hayatın sırrı hâlâ sözcüklerde, mısralarda, hikâyelerde, öykülerde... Bir de sonda söyleyeceğimiz başta söyleyelim; her üretim politiktir, olmalıdır! Bu da düşünmeyi gerektirir. Dünya ile derdimiz var hepimizin. Yok mu? Olmalı! Barıştan yana olup savaş için üretim verenlerin bile var... Ruhunuzda ne taşıdığınıza dikkat. Çünkü şeytanın geldiğini o söyleyene kadar kimse fark etmez. Hayatımızı mengeneye alan yeni düzen vardığımız ile varmak istediğimiz arasındaki uçurumu her gün büyütüyor. Kimimiz farkında kimimiz değil. Kimi kaçıyor, kimi zaman kazanıyor, kimi çoktan teslim oldu. Çünkü sistem farkındalıkları öldürmek üzerine kurulu. Bilin ki kayıpların en büyüğü başlangıcı kaybetmektir. Düşünmeyi, yazmayı ve okumayı bırakarak adım adım öldürüyoruz. Zira görerek tüketip, zamanın yıkımına yol veriyoruz. Tüm acemiliklerimize inat yola çıkmayı bilmek gerek, daha doğrusu yoldan çıkmayı bilmek...


Ölümsüzlüğün gizemli anahtarı da burada... “Charles Bukowski ve Beat Kuşağı”ndan bir alıntı, telafi dersi, tam yerinde, hem de çok sahici… Iskalamayanlar için geliyor: “Bir yazar yazacağı bir sonraki satır kadar vardır. Onun gerisinde kalanlar bir bok ifade etmez. Eğer o bir sonraki satırı yazamazsanız, insan olarak ölmüşsünüz demektir. Sadece bu bir sonraki satır, daktilo döndükçe ortaya çıkan bu satır vardır, bu sihirdir, gürlemedir, bu güzelliktir. Bu ölümü yenebilecek tek şeydir...”
Ne yazıyorsanız yazın, çatışmaya önce kendinizden başlayın. Sormadığınız, soramadığınız soruları sorun. Çünkü yazarken ve okurken karşılaşacaklarınızdan yalnızca siz sorumlusunuz. Şimdi, hayatın tam da bu zamanında en yakın yerinden tutmayı deneyin kendinizi... Bilin ki her şey şimdi, kelebeğin kanadında. Ve en menemi; dokununca o kanada, uçamaz o kelebek bir daha...