Reklam

Kilit

Kilit
17 Mayıs 2021 - 12:08
Özgül Tosun
 Sonunda kendim kadar yalnız, ruhum kadar kuytu ve kederli bir ev bulabilmiştim. Nihayetinde az da olsa bir serinlik serpildi içime. Kendimi tanımasam huzur buldum bile diyebilirdim. Emlakçıyla yürüdüğümüz dar Arnavut kaldırımı sokaklardan geçerken çocukların gürültüsü dayanılmazdı. Halıları canını çıkartırcasına pat patlayan teyzenin meraklı bakışları, balkonlardan sarkan çamaşırlar üstüme geliyor gibiydi.
Dar sokakların ince birer dere gibi kavuştuğu, geniş asfalt caddeye çıktığımızda rahatlamıştım. Emlakçı caddenin karşısını işaret edip “işte şurada duran eski ev “ diye göstermişti.  Hemen o an içim ısınmıştı. Tüm karmaşanın ortasında, kendi ıssızlığını korumuştu yaşlı ev. Dökülen dış sıvalarının arasından çürümeye yüz tutmuş ahşaplar görünüyordu. Gecenin parıltıları söndüğünde makyajı akmış, tüm gerçeğini ortaya döken, içi geçmiş bir fahişe gibi duruyordu işte. Terli ellerini üzerine sildikten sonra demir anahtarı deliğe sokup iki kez çeviren tombul adam “buyurun” dedi. “Evin böyle dışarıdan eski göründüğüne bakmayın, sağlamdır. İçi daha bakımlıdır. Gecen yıla kadar ev sahibinizin dedesi bu evde yaşıyordu. İyi adamdı Rıza Bey. Tabi son zamanlarında çok kötülemişti.”
“Nasıl yani, hasta falan mıydı?” diye sordum.
“Yok, onunki hastalıktan çok, yaşlılıktandı. Yıllar önce oğlu,  gelini ve torunu yurt dışına gitmiş” dedi. Sonra sanki etrafta bizden başka birileri varmış gibi “sürgüne gittikleri söyleniyor” diye fısıldadı. “ Bir daha hiç dönmemişler mi?” diye soracağım tuttu. “Hayır, yıllar sonra ölüm haberleri gelmiş. Zavallı eşi kaldıramamış. Kalan ömrünü tek başına bu evde geçirdi Rıza Bey. Zaten babadan kalmaymış burası. Memur emeklisi bir adamdı. Bakacak kimsesi de olmayınca, son günleri iyi geçmedi. Aklı iyice gitmişti. Hep takip edildiğini sanıyordu. Kimseleri yanına yanaştırmaz olmuştu. Ölüsü bile günler sonra bulundu”. ‘Tam da benim sonum gibi desene’ dedim kendi kendime. Normalde bu kadar laflamayı sevmem. Ama bu kırmızı suratlı, sürekli bir telâşesi varmış gibi konuşan tombul adam hoşuma gitmişti. “Bunlar aşağı katın anahtarları, orası hep odunluk olarak kullanılmış, o yüzden temiz değildir. Ama ben üst katı temizlettim. Bir de size bahsettiğim kilitli oda var. Torunu rica etti. Bende ne kadar özel eşyası varsa oraya koydum. Güya sonra gelip alacakmış. ‘Bu şekilde kiraya verin’ dedi. Aslında hepsi çerçöp. Fakat emanet sonuçta” diye devam edecekti ki “Tamam merak etmeyin. Zaten benim fazladan bir odaya ihtiyacım yok, hiç sorun değil” diyerek teşekkür ettim. Adamın gidişinin ardından rutubet, deterjan ve ahşap karışımı ağır koku iyice hissedilir olmuştu. Pencereleri açtım. Dışarıda parlaklığı yanıltıcı bir güneş göz kırpıyordu. ‘Acaba benim kokuşmuş cesedimi de bu adam mı bulacak?’  diye geçirdim içimden. O an gözümde canlandı. Daha da terleyen pancar rengini almış suratında telâşesi donmuş ifadesiyle pek bir komik göründü gözüme. Uzunca bir aradan sonra, kendimle yaptığım kısa süren bir ateşkes gibi gülümsemiştim.
  İlk akşam gayet sakindi aslında. Kendi halindeki eski ama sade mobilyalar, ipleri yıpranmış örgü perdeler, sallandığında yerdeki tahtalardan daha çok ses çıkaran sandalye bile sevimli görünüyordu. Hemen cumbalı köşeye tahta masayı çekip bilgisayarı açmıştım. Galiba acısı ve mutsuzluğu bol olan bu ev, yazma isteğimi uyandırmıştı. Bir süredir aylak bir serseri olma fikrine yapışmış, tek satır yazmadan aylar geçirmiştim. Az olan eşyalarımı yatak odasındaki yüklük tarzı dolaba tıkıştırıp, özenle kitap kolilerimi açtım. Notlarımı yerleştirdim. Garip bir heyecan bastı. Bu sefer olacaktı sanki. Bu evin enerjisi tutacak, nihayet romanı tamamlayabilecektim. Yıllardır sonunu yazamadığım bu kitap yüzünden araya bir sürü hikâye sıkıştırdım, kitaplar basıldı, insanlar okudu. Ama hiç birisi sıkıntımı gideremedi. Şu romanı tamamlayıp ruhumu bir türlü özgürleştiremedim. Tüm düşüncelerden sıyrılıp notlarımı elime aldım. Vücudum bitap düşüp, oturduğum yerde sızana kadar devam ettim. Kaç akşam geçti bilmiyorum. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Hiç ehemmiyet vermediğim,  o kilitli oda konuşmaya başladı. Önce ahşap kapıdaki halkalara iliştirilmiş asma kilidin anahtarla açılma sesi geliyordu. Tık diye tek seferde. Sonra bin yıl öncesinde kalan acılar arasından Bahar’ın çığlıkları. Yıllarca geçsin diye gitmemiş miydim doktorlara? Deli gömlekleri giyip uyuşturmamış mıydım kendimi? Onca ilaç, onca tedaviden sonra zihnimin en kuytu köşelerine hapsetmemiş miydim her şeyi? Neden şimdi? Neden tekrar görüyordum bu kâbusları? Üstelik tam sona gelmişken. Romanı tamamlamama sadece birkaç cümle kalmışken. Bahar’ın o odada ne işi vardı? Sonra gözlerimdeki bandın altından sadece dudaklarını görüp, leş nefesini duyabildiğim o işkenceci. Yine kulaklarımı patlatırcasına kahkaha atıyordu. Tüm bunları duymamak için yıllarca avuç avuç ilaçlar içtim. Ama yine başa dönmüştüm işte. Her geçen gün huzursuzluğum artıyor, yazmak için oturduğum zaman gözüm bir şekilde kapıda duran asma kilide takılıyordu. Kâbuslar dayanılmaz olmuştu. Son birkaç gecedir işkenceci ve Bahar rolleri değiştirmişti sanki. İşkenceci “Kurtar beni” diye yalvarıyor, Bahar ise martı çığlıklarını andıran kahkahalar atıyordu. Her gün odunluktan bulduğum baltayı elime alıyor ve asma kilidi kırıp açmaya niyetleniyordum. Sonra zavallı, aklını bile kaybetmiş yaşlı bir adamın anılarına saygısızlık etmek, emlakçının “emanet sonuçta” dediği eşyalara bir zorba gibi izinsiz bakmak fikri kötü geliyordu. Hem ne olabilirdi ki? Hepsi “çer çöp” dememiş miydi adam? Bunların hepsi kaybetmek üzere olduğum aklımın oyunlarıydı. Buna izin veremezdim. Bu kitabı tamamlamadan olmazdı. Sonrasında ister aklımı, ister hayatımı kaybedeyim. Önemi yoktu. En iyisi geçen gün eczaneden aldığım uyku ilaçlarının dozunu arttırmaktı. Gece olmak üzereydi. Kitaptaki son inceleme ve düzeltmeleri yapmıştım. Ancak bir türlü o son cümleyi yazamıyordum. İlaçları içmeme rağmen uykum gelmemişti. Birden bir ses duydum. Birisi kapıya vuruyordu sanki. Sokak kapısına koştum. Kimse yoktu. Yukarı çıktım. Ses yine başladı. Bu kilitli odadan geliyordu. Bu sefer aklım oyun oynamıyordu. Ses oyun olamayacak kadar gerçekti. Günlerdir elime alıp bıraktığım baltayı buldum. Hiç tereddütsüz tek seferde kilidin üstüne indirdim. Bir anda tüm sesler kesilmiş, yerde yuvarlanan kanca çivisinden başka tek tıkırtı çıkmaz olmuştu. Usulca kapıyı ittim. İçerisi karanlıktı. Işığın açılmasıyla beraber eski saman kâğıdı kokusu yayıldı. Bir sürü koli içinde saman kâğıdı vardı. Onun dışında, eski pirinç bir karyola, üzerine yığılmış işlemeli örtüler, kenara sıkıştırılmış bir dikiş makinası, bir de fotoğraf albümleriyle, çerçeveler. “Peki, bana bu kadar gerçek gelen bu sesi hanginiz çıkardınız bakalım? Post bıyık, kesin senin başının altından çıktı bu” dedim, elime aldığım çerçeveye. Sert bakışlı, çatık kaşlı, kalın enseli bu adam pek sevimli görünmüyordu. Diğer çerçevelere de bakmaya başladım. Siyah beyaz gençlik halleri, evlilik fotoğrafları, oğluyla ailece çekilmiş ucuz stüdyo resimleri.
Hepsinde asabi bir duruş. Boşuna kırmıştım kilidi. Baktıklarımı yerine koyarken kolinin dibinden bir resim geldi elime. Çerçevesi yoktu. Adamın daha orta yaş halleri gibiydi. Renkliydi fotoğraf. Bir içki masasında gülümseyerek kadeh kaldırıyordu. Üstelik bıyıksızdı. Gülümserken bile temkinliydi sanki. Birden dudağının üzerinde duran o kara lekeyi fark ettim. O keskin dudak kenarı çizgileri, hafif aralık sararmış üst dişler. Koliyi boşalttım. Tüm resimleri yere yaydım. Hepsinin dudak kısımlarını, görünen dişleri, o ruhunun aynası kara lekeyi incelemeye başladım. İçimi korkunç bir heyecan kaplamış, sırtımdan şelale gibi terler boşalıyordu. Tüm vücudumu bir titreme aldı. Elimden fotoğrafı düşürdüm. Midem bulanmaya başladı. Kendimi odadan dışarı atıp lavabonun başında ne kadar kustuğumu hatırlamıyorum. Titremenin geçmesi için battaniyenin içine girdim. Başım zonkluyordu. Bu oydu. Hiç tereddüt etmeyecek kadar iyi tanıyordum bu ağzı, dişleri, kara lekeyi. Sonra ne kadar süre kendimden geçtim bilmiyorum. Gözümü açtığımda her şeyin rüya olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Hemen odaya gittim. Ve çırılçıplak gerçek beni karşıladı.
  Henüz fakülde de yeni yetme âşıkken, sadece o gidiyor diye katılırdım öğrenci toplantılarına. Soluksuz izlerdim ince dudaklarının kıpırdanışını. Tartışmalar esnasında, beyaz yüzünün ortasında kömür karanlığındaki gözleri ateş saçar, kaşları çatılırdı. Sonra göz göze gelirdik. Birden göz kırpıp gülümseyişiyle suratında oluşan tezatlık öyle çekici gelirdi ki… Bahar; hiç sarılamadığım, açılamadığım ama sözcüklerin olmadığı bir ülkede buluşup birbirimize nefeslerimizi duyurduğumuz eşsiz sevgilim. Yine bir toplantı sonrası Bahar’ı yurda bırakacaktım. Dönüşte arabada yalnız olacağımız heyecanı ile içim kıpır kıpırdı. Nereden bilecektim; ikinci köşeyi dönmeden durduracaklarını, azılı birer suçlu gibi yaka paça götürüleceğimizi,  günlerce sorgulanıp yan odadan gelen Bahar’ın çığlıklarını dinleyeceğimi. O çığlıkları dinletirlerken bu aşağılık kahkaha atıyor “ hadi yardım etsene sevgiline” diyordu. İstemiştim, her şeye ve herkese rağmen Bahar’a yardım etmek çok istemiştim. Çıktıktan sonra yanına defalarca gitmiş, hastaneye yatırıldığında, odasının altındaki bahçede kaç gece sabahlamıştım. Ama Bahar istememişti. Ne beni ne kimseyi. Hatta kendisini bile terk etmişti. Sözsüz ülkemize de uğramamıştı bir daha. Gittiğinde herkes “yaşadıklarını kaldıramadı” dedi. Oysa kaybetmeyi kaldıramamıştı Bahar. Bu yenilgi, bu bozuk düzenin iflah olmaz dişlileri arasında sindirilmek… Ona göre değildi. Aniden resmi elime aldım. Hep kafamda yüzünü tamamlamaya çalıştığım bu surat, aynı kötülükle karşımda duruyor, kararttığı hayatlara kadeh kaldırıyordu. Tüm kolileri açmaya başladım. Saman kâğıtların hepsine bir şeyler yazılmış, acayip resimler çizilmişti. Deli saçmalarının arasında kendisine yarattığı hapishaneyi, zihninin ona kurduğu tuzakları izledim. Takip edildiğini düşünüp burnunun ucunu bile çıkaramadan kapattığı kalın perdeleri okudukça keyiflendim. Keyiflendikçe okudum. Hep “o gelecek” diyordu yazdıklarının arasında. Onun gelecek olması daha da korkutuyor, ses olmasın diye buzdolabını bile çalıştırmıyordu. “Rıza Bey” Demek sana böyle sesleniyorlardı. Rıza gösterdiğin onca kötülük hayatta karşılık bulmuştu. Değersiz hayatın için korkak bir sıçana dönüşerek, kimsesiz bir sefil olarak ölümü bekledin. Kudretini yitirmiş bir işkenceci için nasıl yakışıklı bir son bu. Tanrıya inancımı yitireli çok oldu ama belki de ilahi adalet vardı. Son kolinin içinden bir çizim çıktı. Amatörce çizilmiş karakalemde, beynime mıh gibi çakılı kömür karası gözler. Nerede olsa tanırdım. “Demek ben yıllarca onu ararken, sen de kâbusu oldun o alçağın sevgilim” dedim. Gözlerimden sicim gibi akıp saman kâğıt üzerine yayılan yaşlara bakarak. Hiç kalkmadığım kadar sağlam, ayağa kalktım. Benim sonum bu işkenceci gibi olmayacak. Kokuşmuş cesedimi kimse bulmayacak. Bu sonu hak eden oydu. Ben değilim. Sevgilimin gözlerine bakıp romanın son cümlelerini yazdım.
  Kalbinin kırık kilidinden sızan, hapsolmuş tüm duygular sonsuzlukta yerini aldı. Artık hepsi özgürdü.