Reklam

ÖYKÜ/Bir ev bir oda bir kadın

ÖYKÜ/Bir ev bir oda bir kadın
29 Nisan 2021 - 11:52
Umut Kaygısız
Gece boyunca rüyasında gördüklerini soluksuz kalana dek anlatabilecekmiş gibi dolu bir beyinle uyanıp, perdeleri olmayan, tek odalı evine doğrudan vuran güneşin kuşattığı yüzünü suya dokundurmadan evvel, yapmak istediği ilk şeyi yapmıştı Leyla. Hiçbir şeyin etkisi altında kalmadan ve kafasının içerisinde taşıdığı geceye dair izlere leke yakıştırması yapmadan, yalnızca içinden gelene kulak kabartmıştı. Doğruldu, öğlen olmadan uyanmaktan nefret eden kocasını baştan aşağıya süzdü ve onu duyamayacağını çok iyi bildiği için rahatça konuştu: “Biliyor musun? Onu ben öldürdüm. Benden duy istedim sadece. Başkaları söylerse, inanmazsın. Ama ben sana hiç yalan söylemem. Öyle değil mi sevgilim?”
Sonra eğildi, minicik bir öpücük kondurdu yastığın sahipsiz vücuduna. Leyla’nın kısa süreli, nemli dudak darbelerinin anlam ifade ettiği yıllar çok geride kalmıştı aslında. Ama yine de teninden bulaştırdığı ısı sayesinde geçmiş, uyanmakta nazlanan bir adama dönüşüvermişti. Gülümsedi Leyla. Bir hışımla ayağa kalktı, bütün gece odayı tıka basa dolduran rutubet kokusunu az da olsa bastırabilmek için pencereyi açtı. Sonra saate bakmadan, ezberden söyledi: “En az bir saat daha uyur.”
Dışarı baktı. Hemen karşısındaki binanın sıvası dökülmüş sırtı dışında başka bir manzarası yoktu oturduğu evin. Burayı da rahmetliden kalan parayla zar zor alabilmişti Leyla. Geriye antik bir halı ile parasal değeri olduğunu tahmin ettiği üç tablo kalmıştı. Sırası gelince onları da satacaktı. Şayet şansı yaver gider, kalçasındaki problem izin verirse, ayakta durma süresi uzayacak ve en azından asgari ücretli bir iş bulabilecekti. Ama o da olmazsa, satacağı şeyler bunlarla sınırlıydı ne yazık ki. Sıkışan göğüs kafesinde kalbine yer açmak ve az da olsa heyecanlanmak istiyordu genç kadın. Burnunu direğini sızlatacak biçimde, binaların arasından çekip almıştı temiz havayı. Sonra kafasını pencereden sarkıtıp, bir saat daha uyuyacağını hayal ettiği kocasının, aslında yıllardır toprağın altında olduğunu görmezden gelmek istedi.
Derhal geriye gitmişti zihni. Yine böyle bir Pazar günü, eski evlerinde pencere dibinde uzun uzun güneşi seyrederken, aniden yanında bitivermişti Emir ve “Gözünü almıyor mu güneş? Nasıl bakabiliyorsun böyle?” diye sormuştu. Dağınık kıvırcık saçlarıyla oynayarak ona “Günaydın” demeyi ve sonrada kollarından yaptığı kelepçe tarafından gönüllü olarak tutuklanmayı çok özlemişti Leyla. “Kendimi zorluyorum sevgilim” verilebilecek en güzel cevaptı. Sonra bir şey anlamayan gözlerle onu seyreden Emir’e, uzun süredir biriktirdiği düşüncelerini gıdım gıdım ikram etmişti: “Neresinden bakarsam bakayım, her şeyi gökyüzüne mal etmek gibi bir huyumuz var bizim. Ben de onlara çekmişim, bizimkilere. Daracık sokakları mesken tutmuş evlerde büyüyen çocuklar kadar özgürüm. Fazlası biraz zahmetli. Evvela çocuk olmayı bırakmalı. Hani bir uçan balonu sırf merak olsun diye elinden bırakan bir çocuk değil de, annesinin zoruyla aldığı çikolata paketini tezgaha geri koymak zorunda kalan çocuk olmak gerekiyor bunun için. Sonra bir de, üşümeyi değil ama üşüse bile üşütüp hasta olmamayı öğrenmeli insan.”
Emir dudaklarını dişleriyle ezerek gülümsemişti. Araya girerken, tam da Leyla’nın frekansındaydı o an: “ ‘Dokuz canlıdır onlar. Bir şey olmaz onlara’ dedikleri cinsten bir adam olmak tüm bunları gerektirir çünkü. Öyle değil mi? Ve sonra birde, ‘Buranın yağmuru…’ veya ‘Buranın güneşi…’ gibi gökyüzünün tüm icraatlarını şehre mal etmemek gerekiyor. Nasıl bir yerde yaşadığımıza bu kadar kafayı takmadan, orada tesadüfen bulunma ruh halinden sıyrılmaya mecburuz. Çünkü biz tam da burada yaşıyoruz. Ve insan, her koşulda yaşadığı yerden mesuldür.”
Hafızasını tazeleyen bu ılık dokunuş, kimsesiz bıraktığı yatağına uslu bir bakış sunmasını sağlamıştı. Sonra sabah kurduğu cümleyi tekrar etti Leyla: “Onu ben öldürdüm sevgilim.” Oda, sesini ona geri verecek kadar cömertti. Bir avuç eşyanın onu can kulağıyla dinlemesi, hissettiği acının gerçekliğine duyduğu inancı pekiştirmişti. Kirpiklerini mesken tutmuş su taneleri iyice çoğalmadan ocağa yöneldi. Güğümü doldurup ocağın altını açtı. Sonra kenarda duran leğeni çıkarttı, odanın orta yerine bıraktı. Ağlamanın en gürültüsüz ve en az rahatsız edici hali, banyo yaparken olur diye düşünürdü hep. Ağlarken konuşmayı beceremeyenlerden değildi o. Başından aşağıya akan sular dudaklarından içeri izinsizce sızarken, kocasına itiraf edemediği şeyi daha rahat söylüyordu: “Anne olmaya hazır değildim. Senden geriye bu yalnızlık yerine, kızımız kalmalıydı. Olmadı. Özür dilerim sevgilim.”
Özrü kabul edecek kişi olmayınca pişmanlık, her gün tekrarlanan, sevimsiz bir oyun gibiydi. Tek başına her gün oynamıştı bu oyunu Leyla ve her gün kaybetmişti. Ama o gün, muhtemelen son kez oynamıştı bu oyunu. Çünkü ilk defa kapısını çalmıştı birisi. Ve yıllar sonra ilk defa evine gelen davetsiz misafir, ona kısa bir gezintide eşlik etmişti. Ayrılırken hiç düşünmeden sormuştu arkadaşına Leyla: “Yarın yine görüşelim mi?” Kadın, arkadaşının gözlerinin içerisini mesken tutan eşsiz parıltıya olumsuz karşılık veremeyecek kadar vicdanlı birisiydi: “Olur Leyla.” Gerçek arkadaşlığın zamansız olması, o günden sonra Leyla’yı da hızla zaman kavramından uzaklaştırmıştı. Eve dönünce soyunup yatağa uzandı ve ışıkları söndürdü. Kimseye “İyi geceler” dilemedi bu kez. Uyudu ve bütün yatağı yalnızlığı kapladı.