Reklam

Independenta

Independenta
27 Kasım 2020 - 16:29
Esma Taylan
“Kasım 1979. Independenta isimli tanker tam 27 gün boyunca İstanbul Boğazı'nda yanmaya devam etti. Denizde yaşayan canlıların %96'sı, tankerdeki mürettebattan 51 kişi öldü. “

Babaannesinin ona seslendiğini duyuyor ama gözlerini açamıyor. Sık sık tüten sobanın yanında, üstüne kıvrılıverdiği divan nimetinden sorgu edilemez bir cennet. Oracıkta uykuya daldığı her sefer gördüğü rüyâ ise kavuşmanın mutluluğunu tecrübe ettiği biricik yer. Bir türlü bırakamıyor o divanı. Bir türlü çıkamıyor rüyâsından. Annesinin öpücüklerine doyamıyor hiç.
Sonunda, çaresiz, divandan muşamba zemine sarkan sağ kolunu sıkıca kavrayıp, haykırıyor babaannesi: “Uyan kız, uyan!”
Üfleye püfleye açıyor gözlerini kız. Babaannesi bağırmaya devam ediyor; “Kalk kızım kalk! Duymuyor musun? Boğaz'da yangın var!"
“Duymuyor musun, Boğaz'da yangın!” diye tekrar ediyor kız yere sarkan kolundaki uyuşmayı hissederek.
Yavaşça doğruluyor, uyuşan kolunu diğeriyle okşuyor. İki bacağını dans eder gibi nazik bir hareketle yere indiriyor. Muşamba soğuk. Ani ve sert bir hamleyle divana doğru geri çekiyor onları. Gözlerini ovuşturduktan sonra auer sobanın aslında gürül gürül yandığını fark ediyor. Ev sıcak. Yer soğuk.
O sırada babaanne Boğaz'ı gören yarı açık kalmış pencereyi kapatmak üzere telaşlı telaşlı büyük adımlar atıyor odanın içinde. Tutbabafingoyu, bir kelebek kanadını tutar gibi, parmak uçlarıyla yumuşakça ittiriyor, pencerenin çerçevesi yağ gibi aşağıya kayıp, yuvasına yerleşiyor.
Yine de Babaanne bir türlü ayrılamıyor pencerenin önünden. Bir kez daha alevlerle göz göze geliyor. Başını iki elinin arasına alıyor ve acıdan dövünür gibi sağa sola sallıyor. Kocasını kaybettiği gece hasıl olduğunu anlattığı kamburu iyice belirginleşiyor sanki ama her sabah özenle yaptığı saç topuzu dimdik.
Birkaç an sonra biraz kendine gelir gibi oluyor ve yanlarına bir iki eşya alıp hemen evden çıkmaları gerektiğini söylüyor kıza. “Bak” diye de ekliyor tam karşılarında akan İstanbul Boğazı’nı göstererek, “İki tanker çarpıştı, cayır cayır yanıyor birisi. Camlar böyle zelzele olmuş gibi gitti geldi. Her an infilak da edebilir biri. Hadi çabuk çabuk...”
Kız, sekiz yaşın heyecanı ve korkusunu harmanlayıp, bir film izler gibi seyre dalıyor yangını.
Denizle gökyüzünün arası resmen alev topu. Göz bebekleri kahverengiden kızıla çalıyor. Elini uzatsa yanacak sanki. Ara sıra patlama sesleri duyuyor. Ardından simsiyah bir sis. Üstelik, akıntıdan olsa gerek, alevler her an evlerine daha çok yaklaşıyor gibi.
Babaanne, bir an önce çıkabilmek için, evin içinde bir o yana bir bu yana koşuyor. Hazırladığı çantaya gerekecek her şeyi koyduğundan emin oluyor nihayet. “Aman sobaya da bir maşrapa su dökeyim bari” diye akıl ediyor son anda. Maşrapadan sobanın üstüne damlayan su göz göz olup cıs diye diye buhar oluyor.
Buna bayılıyor kız. Ne zaman görse kıs kıs gülüyor içinden.
Tam o anda tankerden büyük bir patlama sesi geliyor. Cam çerçeve sallanıyor. Ahşap ev tir tir titriyor.
Babaanne, uyuşması henüz dinen kolundan tutup sokak kapısına ittiriyor kızı. Kapıyı açıp hemen dışarı fırlıyor kızla beraber. Titreyen elleriyle zar zor kilitliyor aslan başı tokmaklı dev kapıyı. Tam bir nefes alacakken, tam bir oh çekecekken, “ben gelmiyorum! ” diye haykırıyor kız . Duymazlıktan geliyor önce. Kız bir kez daha itiraz ediyor ve babaannesi daha fazla sürükleyemesin diye, bacaklarını ısrarla çekiştirdiği kolunun gerisinde tutup, kırmızı rugan pabuçlarını yokuş taşlarının arasına sıkıştırıyor.
İncecik ama kararlı bir sesle,
“Hala... Büyük halam ne olacak peki? O’nu almadan mı gideceğiz?”
 Babaanne cevap vermiyor, belli ki sinirli ama yine de yaşadıkları ahşap konağa doğru gerisin geri yürümeye başlıyor. Biliyor kızın inadını, ne de olsa aynı babası.
Kızın “halam, büyük halam” diye tutturduğu kadın görümcesi. Belkıs Hanım. İşin aslı “görmeyeyim ömrümce”si. Atsa atamadığı, satsa satamadığı. Arnavut’un, yani rahmetli kocasının, iki çocukları hariç, göçüp giderken ona tek emaneti. Sırf Selanik göçmeni olduğu için ömrü boyunca eziyet edeni. Adını Trakya çingenesine çıkaranı. Kendisi evde kaldığı için, belki de vırvırıyla dırdırıyla Arnavut’unu erken yaşta toprağa göndereni. Bir de leşi, pisi, şart şurt bilmeyeni. Kedi delisi. Evlendiği günden beri ömrünün törpüsü. Vicdansızı. Sünepesi.
Babaanne, çantasının fermuarlı gözünde rastlıyor uğruna yoldan dönülen Belkıs Hanım’ın kat anahtarına. Kilidi açarken derin derin nefesler alıyor. Kamburunu düzeltmeye, topuzunu yoklamaya çalışıyor. Göz ucuyla kızın üstünü başını da süzüyor. Şartlar ne olursa olsun kolay değil Belkıs Hanım’ın karşısına dikilmek.
Kapıyı açar açmaz, kesif bir kedi çişi kokusu karşılıyor onları. Önlerine çıkan dört tahta basamağı ikişer ikişer geçip, Belkıs Hanım’ın uçsuz bucaksız Boğaz manzaralı oturma odasına varıyorlar. Alevlerden kızaran pencerenin önündeki tek kişilik koltukta oturuyor Belkıs Hanım her zamanki gibi. Pencerenin ardında gördüğü biriyle konuşur gibi bir hali var.
Tüm koltukların kollukları, başlıkları, yemek masasının üstü, sandalyeler ve Belkıs Hanım’ın kucağındakileri sayıyor kız; hiç eksik yok. Elli bir kedinin elli biri de evde.
Belkıs Hanım'ın üstünde, haftada bir değiştirdiği pembe renkli geceliklerinden yakası az oyalı olanı var bu kez. Gözünü pencereden ayırmadan, “Hoş geldin” diyor Selanikli’ye. Sonra kıza dönüyor: “Bonjour chérie.”* diyor sımsıcak bir sesle, gülümseyerek.
“Kız tutturmuştur halamı bırakmayalım diye, eminim” diye geçiriyor aklından.
Zaten ihtiyacı olmasa selam bile vermez Selanikli’ye. O kadar hâz etmiyor oldum bittim. Okumamış, eli ekmek
tutmayan cumhuriyet kadınını kabul etmiyor. Kemal Paşa'ya hakaret telakki ediyor.
Hem O bilmez miydi ölüsü de dirisi de kendisine bakacak bir kocaya yamanmayı? Yıllarını Merkez Bankası’nda kambiyo şefi olarak çürütmek yerine, o balo senin, bu balo benim gezmeyi, Arnavut gibi subay bir koca bulmayı, öyle yakışıklısından hem de? Bulurdu da. Zaten nasıl güzeldi gençken allah için...
Belkıs Hanım, kedilerinden birini, Servet’i, kucağından yollayıp, oraya kızı davet ediyor. Bir eliyle bacağına vurarak oturacağı yeri işaret ediyor.
“Ça-va?”** diye soruyor hemen. “J’ai peur!” *** diye yanıtlıyor kız, Boğaz'daki alevleri gözleriyle işaret ederek ve ona öğrettiği çat pat Fransızcayla. “Mais comment? Tu es trop courageuse.” **** diye fısıldıyor Belkıs Hanım kızın kulağına. Aynı zamanda kaşlarını bir ok gibi babaannesine doğrultarak, asıl onun ne kadar korkak olduğunu ima etmeye çalışıyor.
Selanikli ise yanan ve ara ara patlamalar duyulan tankerden başka bir şey görecek halde değil gerçekten. Bir türlü sakinleşemiyor. “Ama hadi artık hazırlan da çıkalım abla!” diye sesleniyor Belkıs Hanım’a.
Belkıs Hanım bu sesi duyar duymaz, sevgiyle ışıldayan bakışlarını kızdan ayırıp alev alev yanan tankere geri veriyor ve “ben gelmiyorum, kedileri böylece bırakamam. Sen kızı al ve git!” diye son noktayı koyuyor.
Babaannesi hiç itiraz etmeden kolundan kaptığı gibi alıyor kızı ve kapıya yöneliyorlar.

Kız, bir anlık dalgınlığından yararlanarak elinden kurtuluyor, hızla geri koşuyor ve soruyor: “Büyük Hala.... Radyoda duydum. Şu yanan tankerin adı... Indepppp...”
“Independenta” diye kesiyor sözünü Belkıs Hanım.
“Hah! Independenta ne demek?”
“Hür” diye yanıtlıyor Belkıs Hanım.
Biraz düşünüp, “Peki ya hür?” diye soruyor kız.
“Senin beni bırakmaman, benim kedileri bırakmamam demek...”.diye cevaplıyor.

*Merhaba tatlım.
**Nasıl gidiyor?
*** Korkuyorum!
**** “Nasıl olur? Sen fazlasıyla cesursun