Reklam

Mücadele eden insanın hikâyesi Martin Eden

Mücadele eden insanın hikâyesi Martin Eden
31 Temmuz 2023 - 15:22
Umut Şener

“Ki, hiçbir yaşam sonsuza dek yaşamaz;
Ki, ölüler dirilmezler;
Ki, en yorgun ırmaklar bile
Bir yerde denizle birleşirler.”
Denizde başlayan, denizde son bulan bir yaşamı anlatmaya çalıştığım bu yazıya başlamak için çok uygun dizeler, sizce de öyle değil mi? Denizci Martin Eden’den söz ediyorum. Jack London’ın bu eseri, dünyanın en çok okunan romanları arasında yer alan evrensel bir başyapıttır. Kavuşamayan âşıklardan, hayatı hep bir hayal kırıklığı olarak yaşayanlara varana kadar pek çok okur, Martin Eden da kendini bulduğunu ifade diyor. Yazanlar, kalem oynatanlar açısındansa iki farklı kesime hitap ediyor roman: Tanınmış bir yazar olmak isteyenler, bir de iyi yazan bir yazar olmak, yani anlaşılmak isteyenler…
Burjuva ve üniversite mezunu bir kadına, zengin Ruth Morse’a âşık olan deniz işçisi ve yoksul Eden için yazmak bir tutkuydu. Fakat Ruth’la tanışmasından sonra, yazabileceklerinin o güne kadarki küçük dünyasıyla sınırlı kalacağını fark etti. Kendini öğrenmeye ve okumaya adadı.
“Ve Martin Eden birdenbire, sonrasız yaşamı anlamak, kavramak tutkusuyla yanmaya başladı.”
Romanın, klasik kategorizasyonla, gelişme bölümüne denk düşen bölümleri bu fark etmeyle başlıyor.
"Peki ama beyin ne güne duruyor?" diye kendi kendine hırsla sordu. Onların yapabildiklerini, o da yapabilirdi. O hayatın ta kendisini yaşarken, diğerleri hayatı kitaplardan öğrenmeye çalışıyorlardı. Gerçi başka türlü bir bilgiydi onunki, yine de beyni bunların beyni kadar doluydu bilgiyle… Öğrenme sırasında düştüğü başarısızlıkları, atlattığı kötü durumları hatırladı. Ama yine de bu kadarını başarabilmişti işte. Bunlar da ilerde hayata atılmak ve onun gibi kötü haller geçirmek zorunda kalacaklardı. Pekâlâ onlar bu işle uğraşırken, o da hayatın öbür tarafını kitaplardan öğrenirdi.”
Buradan sonra uzun sayfalar boyunca Martin’in yazma ve yazılarını gönderdiği yerlerden cevap alma çabalarına tanık oluyoruz. Elbette ki bu öyle basitçe ifade edilebilecek bir süreç değildi. Çünkü hayatını kazanma, kendini kendine kabul ettirme çabası ile Ruth’la evlenebilecek bir konuma gelme çabası bu süreçte iç içeydi. Süreci asıl belirleyense Martin Eden’ın okuyarak ve düşünerek değişen dünyasıydı.  
“Martin Eden açlığa benzeyen müthiş bir huzursuzluk içindeydi.”
Ruth’la arasında bir fark vardı. Sürekli bunun nedenini ve nasıl ortadan kalkacağını sorgularken buluyordu kendini.
“Sizin evdeki gibi bir yaşama ulaşmanın yolunu bulmak istiyorum. Yaşamda sarhoş olmaktan, ağır işlerden, so’na, oradan oraya dolaşmaktan başka şeyler de var.” dediğinde, Ruth’un cevabı şöyle olmuştu: “Size neyin gerektiğini kendiniz de anlıyorsunuz; öğrenime gereksiniminiz var.”
Büyük tutkuyla öğrenmeye adadı kendini. Kişisel kitaplıklardan, şehir kütüphanesine kadar kitaba ve bilgiye ulaşabileceği her yere girip çıkmaya başladı. Uzun saatler boyunca yazılarına çalıştı. Bir süre sonra yazdıklarındaki değişimle beraber kendindeki değişikliği anlamaya başladı.
“… bildiği eski dünya… ona çok küçük gözüktü; ama yine de o eski dünya, onun yeni dünyasıyla karışıp genişledi. Bu iki dünyayı birleştiren onun beyniydi.”
Fakat Ruth bambaşka düşünceler taşıyordu. Ailesine nişanlandıklarını açıkladığında, Martin Eden’ı tanıyan aile, buna karşı çıkmamıştı. Ama ilişkiyi gizli tutma ve uygun zamanda Eden’ı defetme planları vardı. Ruth ise, kendi tutucu ve sahte bir nezaketle kuşatılmış dünyasına uyarlanmış bir dönüşüm yaratma peşindeydi. Buna karşı, her ne kadar doğal olsa da, Martin’in direncini ise dik kafalılık ve inatçılık olarak değerlendiriyordu. Martin’i seviyordu, ama böyle değil. Onu kendi dünyasından biri haline getirecekti. Ona göre bu son derece büyük bir iyilikti.
“Martin’in büyük keşfini yapmasına neden olan şey, sıcak akşamüstleri City Hall Park’ta toplanan geveze sosyalistlerle, işçi sınıfı filozoflarıydı.” Parkta toplanan bu grubun içinde gemilerde çalıştığı zamanlardan tanıdıkları da vardı. Kitaplardakinden çok başka, onları da kapsayan ama emeğin şekil verdiği kelimelerle konuşuyorlardı.
Bu sıralarda Martin, yazılarını dergilere, yayınevlerine göndermeye devam ediyordu. Kaldığı pansiyondaki odası geri dönen ve parasızlıktan pul alamadığı için gönderemediği zarflarla doluydu. Aç kaldığı günler oldu. Açlıktan hasta olduğu günler de… Çamaşırhane gibi çok ağır koşulları olan geçici işlerde çalıştı birkaç kez. Kazandığı azıcık parayı da daktilonun kirası ve pul parası için kullandı.  Martin ne yazmaktan, ne de Ruth’u sevmekten vazgeçiyordu. O Ruth’la evlenecekti, ailesiyle değil. Ruth böyle düşünmüyor, onu kibar bir dille bir işe girip çalışmaya zorluyordu.
Ruth’un Martin’in yazdıklarına ilgisizliği biraz da bundan kaynaklıydı. Okuduklarına dair edebi içerikli değerlendirmeler yapmıyor, sadece öğrencinin ödevini düzeltir gibi kolayca yapılabilecek yüzeysel düzeltmeler yapıyordu.
“Ruth’un, Martin’in yazarlık gücüne inancı olmayışı onu Martin’in gözünde ne değiştirdi, ne de alçalttı.” Bunu hissetmek Martin’in içindeki yazma arzusunu alevlendiriyordu. Çalışmalarını biraz daha ilerletti. Örnek eserleri okuyor, yeni bir alışkanlık olarak notlar alıyordu. Hikâye tarzlarını, yöntemleri, edebi okulları inceliyordu. Biçimin ardındaki ilkeleri arıyordu, eğer bunu öğrenirse kendinin de istediği her şeyi güçlü cümlelerle yazabileceğini düşünüyordu. Tüm çabası bunun içindi.
Bir yandan da yayın dünyasına ilişkin, hayatın içinden bilgiler ediniyordu. Editörler, dergi sahipleri, burjuvazinin etrafında toplanan felsefeci, hukukçu ve yazarlar, ona göre insanlıktan uzak makinelerdi.
“Bazen editörlerin varlığından bile kuşku duyacak kadar umutsuzluğa düştüğü anlar oluyordu. Hiçbirinden varlıklarını belli eder bir işaret almamıştı; yazdıklarının neden geri çevrildiği konusunda bir yargı olmadığı için de editörlerin katipler, mürettipler, baskı ustaları tarafından yaratılıp sürdürülegelen birer hikâyeden ibaret olduğu akla daha yakın geliyordu.”
Dosyalarını hevesle yayınevlerine gönderen yazarların cevap bile alamamasıyla yaşadığı hayal kırıklığını hatırladım bu satırları okurken. Bazı şeyler yıllar önce yazılmış olsa da güncelliğini kaybetmiyor. Bunun sebebinin yazılanların hepsinin kapitalizmin piyasa koşullarında ortaya çıkmış olması olduğunu düşünüyorum.
Yazar Jack London’ın eserlerinin bir kısmı, işledikleri konularla birlikte birer kapitalizm eleştirisi olarak okunabilecek kadar niteliklidir. “Demir Ökçe”, “Veba” gibi bilinen romanlarında sınıfsal çatışmaların topluma yansımalarını işler. Diğer romanları da yine hayatın birçok alanında zorlukları, doğadaki güç dengesini ve insanın doğaya hakimiyet kurma hırsının sonuçlarını işler. “Martin Eden” ise birçok eserde değindiği konuları da içerir. Çünkü, bu romanı, büyük ölçüde yaşamından yola çıkarak yazmıştır London. Dönelim Martin Eden’a.
Yazma tutkusu ve öğrenme isteği onu çok geliştirmişti. Öyle ki, öğrendiği bilgilerden yola çıkarak kendi düşüncelerini açıkladığı makaleler yazmaya başlamıştı. Bu arada sınıf mücadelesine, toplumsal çelişki ve çatışmaların kaynağına dair de yeni şeyler öğreniyordu. Öyle bir an geldi ki, Martin artık Ruth’un hayatının sahtelik ve aldatıcı bir gösterişten ibaret olduğunu düşünmeye başladı.
Öğrendikçe daha yerinde ve acımasızca eleştirmeye de başladı. Yerinde sayan ve kitapla hayat arasında bağ kurmayanlar için “öğrenmeyi rafa kaldırmış” diye düşünüyordu. Ruth’a karşı sevgisini kendine açıklayabiliyordu. Bu ilişkide tek istediği Ruth’un yazma konusunda ona inanmasıydı. Yani başka bir ifadeyle onu olduğu gibi sevmesini istiyordu. Bir süre sonra sınıfsal konumları onlar için çatışma konusuna dönüşmüştü çünkü.
“Sen bana bu işleri yaptır, beni o adamlara benzet, onların yaptığı işleri yapayım, onlarla aynı havayı soluyup, onların edindiği görüşleri edineyim; işte o zaman aradaki farkı yok etmiş, beni yok etmiş, sevdiğin şeyi yok etmiş olursun.” diyordu Martin Ruth’a.
Yolladığı yazılar geri dönüyor, bazısı yok sayılıyordu. “Yazan insanlar üzerine yazamayan insanlar tarafından çok şey yazılıyor.” “Sefil egolarının değer ölçüsüyle ölçüyorlar” diyordu.
Yazmanın gerçek hazzının ulaşacağı/ ulaştığı başarıda değil, onu yapmakta, yaratmakta olduğunu düşünüyordu. Dostu Brissenden’le sohbetleri ufkunu genişletiyordu adeta. Sonunda parasını ödemeyen dergilere giderek, hakkı olan bu değilse de, ona söz verdikleri paralarını zorla aldı. Şiddet kullanarak yaptığı bu tahsilata onu mecbur bırakan Transcontinental patronu kapıdan çıkarken ona “Haydut” demişti. Eden, ona bilinçli bir emekçi olarak cevap verdi: “Adi hırsız!”
Kol emeğinin sömürüsü daha görünür haldeyken, kafa emeğinin soyutluğu da bir o kadar can yakıcıdır. Her iki emeği de bilen Martin Eden, sosyalizme ve hak mücadelesine dair fikirlerini kol emeği sömürülenlerden alıyor olsa da kendi yaşamıyla harmanlayıp emeğinin onuruna nasıl sahip çıkacağını kafasında şekillendiriyordu.  Yaşamın içinden, hayatın akışına uyumlu, gerçeğin gücünü taşıyan karakterleri vardı Martin Eden’ın. Olaylar, kişiler gerçeğe uygundu.
Yazar, şair dostu Brissenden ona bir dosyasını getirmişti. Bu sohbette Martin’e yazdıklarını birinci sınıf yayınevlerine göndermesini önerdi. Şiir dosyasının daktilo edilmesine karşılık olarak da yüz dolar verdi. Martin bu parayla kız kardeşini ve çocuklarını alışverişe götürdü. İşte o gün, Ruth ve annesiyle karşılaştılar. Ruth bu karşılaşmadan müthiş rahatsız olmuştu. Görüntüden, Martin ve ailesinin sefaletinden daha çok; onun işçi sınıfından gelen biri olduğunu unutarak yaşamasının olanaksızlığını hissetmekten rahatsız olmuştu. Kısa bir süre sonra Martin, Morse’ların evinde kibirli bir burjuvanın terbiyesizliğini de eleştirince Ruth ondan ayrıldı. Aynı günlerde kendi dosyasını bir de Brissenden’ın “şaheser” diye nitelediği dosyasını yayıncılara yollamıştı.
Artık yazmıyor, daha çok düşünüyordu. Peş peşe haberler aldı, yolladığı iki dosya da yüksek ücretlerle kabul edilmişti. Bunu söylemek için kaldığı otele gidince dostunun intihar ettiğini öğrendi. Ama ondan aldığı tavsiye ile bir anda önü açılmıştı.
Kısa sürede şöhreti yakaladı, artık ünlü ve toplumda “yer sahibi” olan biriydi. Bu ünle onu terk eden herkes döndü, Ruth da dahil. Fakat bu dönüş Martin için ayrılıktan çok daha yaralayıcı oldu. Çünkü onu sevdiği için ya da yazdıklarına inandığı için değil, artık ünlü ve zengin olduğu içindi bu dönüş ve dönüşler. Martin kabullenemiyordu. Zenginliğinin ve şöhretinin kaynağı olan yazıların hepsini, herkesin onu yalnız bıraktığı, aşağıladığı, hor gördüğü zamanlarda yazmıştı. Aç kaldığı günlerde…
Martin bir gemi yolculuğuna çıktı ve her şeyin maddiyatla ölçüldüğü bu dünyanın düşünce ve duygularının sahte olduğuna karar verdiği için kendini denize bırakarak yok etti. Yok oluşu bile başlı başına bir mücadeleydi.
Öğrenme tutkusunun yaşamla harmanlandığı bu romanı okumanızı öneriyorum.