Reklam

ÖYKÜ/A. Mehtap Sağocak yazdı... Solgun güneş

ÖYKÜ/A. Mehtap Sağocak yazdı... Solgun güneş
27 Nisan 2021 - 11:03

A. Mehtap Sağocak
Ölesiye yorgun, bitkin ve mutsuz bir halde, yaşadığı tek göz odasına kendini zor atmıştı. Kendini her günkünden daha kirli hissediyordu. Her zaman durduğu köşe başını diğer kadınlara kaptırdığından, bir alt sokaktaki mezbelelikte müşteri beklemek zorunda kalmıştı bu gece. Üç kuruş için bedenini bir mal gibi pazarlamak, o kaba saba adamların kendine dokunmaları, katlanabileceğinden çok daha ağır bir yük, bir utançtı. Sabaha beş kala odasının loş ışığında iç hesaplaşmalarıyla boğuşurken, gözü duvarda asılı resme, annesinin o görkemli günlerindeki görüntüsüne ilişti. Zamanın o parlak yıldızı sahnede devleşirken, tüm o ışıklı dünyanın büyüsüne kapılmış, neşeli ve saf bir çocuk olarak kulisten hayranlıkla izlerdi annesini ve etrafında pervane olan erkekleri. Annesi onu ne kadar uzak tutmaya çalışsa da, genç kız onun pervasız tavırlarına, pek çoklarınca ahlaksız sayılabilecek gönül ilişkilerine tanıklık etmişti ister istemez. Davetler, turneler, gözden uzak kaçamaklar, bohem bir hayat… Yıllarca onunla birlikte oradan oraya savrulurken, ne doğru dürüst okula gidebilmiş, ne de kendi başına ayakta durabilecek herhangi bir konuda bilgi ve beceri elde edebilmişti. Yaşı ilerleyip, yetişkinliğe adım attığında, çocukluğunda eğlenceli görünen yaşamlarındaki yanlışlığa ve kötü gidişe dair farkındalığı artmış, yüreğini endişeler, korkular sarmaya başlamıştı genç kızın. Nitekim hayatları dört yıl içinde ters yüz olmuştu.  Annesi, hızlı bir düşüş, alkolizm, hastalık ve genç bir ölümle hikâyesini noktalamıştı. Kendisi ise, çaresiz yalnızlığıyla baş başa kalmışken, ne samimi bir yardım eli, ne bir dost desteği ulaşmamış, çaldığı tüm kapılar yüzüne kapanmıştı. Hayatta kalabilmek için, acımasızlığın, adaletsizliğin, sefaletin kol gezdiği karanlık sokaklardan başka çıkış yolu bulamamış, kurtlar sofrasına yem olmaktan kurtulamamıştı. Annesinden miras, alımlı güzelliği ve oyunculuk yeteneği işine yarıyordu. Güneş sarısı saçlarının, beyaz mermersi teninin ve işveli kahkahalarının karşılığı ise üç beş kırık dökük eşyanın bulunduğu, küflü kiralık bir oda ve karın tokluğuydu ancak.

Odanın ortasına banyo leğenini ve su kaplarını hazır eder etmez, çıkarıp attı üstündeki giysilerini. Hepsinin üzerinde pisliğin, hayasızlığın, aşağılanmanın kokusu vardı sanki. Sıcak suyun kızarttığı bedenini, bastıra bastıra temizlemeye çalışsa da, ruhunu nasıl arındıracaktı bu yıkıcı duygulardan! Gün be gün soluyordu. İnce bir pamuk ipliğine tutunur gibi sürdürüyordu yaşamını. Güneş gibi parladığı o kaygısız çocukluğu nerede kalmıştı, yaşam ona karşı niye acımasızdı böyle, neyin bedelini ödüyordu bu genç yaşında? Giyinmeye bile gücü yoktu. Sarındığı havlusuyla yatağa uzandı, yorganı boğazına kadar çekti. Sokaktan gelen ayyaş naralarına ve köpek havlamalarına kulağını tıkayıp, bir an evvel uykunun koynuna sığınmayı istiyordu. Derin bir iç çekişin ardından, çocukken annesinden öğrendiği o aşk şarkısını mırıldanmaya başladı yine; güzel rüyaları uykusuna davet eden, yüreğine, geleceğe dair bir ümit tohumu bırakan bir ninni gibi… Aşkı hayal etmekten çoktan vazgeçmişti, ama sevgiye, şefkate, güvene, en çok da umuda ihtiyacı vardı!  Göz kapakları ağırlaşırken, vazodaki çiçeklere gözü ilişti. Kaldırım kenarında isyankârca bitivermiş o yabani çiçekleri toplayıp, odasına getirmişti geçen gece. Hala solmamış olmaları şaşırtıcıydı. Sabahın beyazlığı pencereden odaya dolarken, son düşündüğü “ Vazgeçmeyeceğim... Neden olmasın… Yeni bir güneş doğmak üzere…” oldu ve uykuya teslim etti kendi.