Reklam

Çıplaklık

Çıplaklık
08 Haziran 2021 - 12:14
Nihan Göğman 
Bahar; beyaz sıvaları dökülmüş, kendi acılarını kendisi sağaltmaya çalışan evlerden birinde, umutlarını çaresizliğinden akan gözyaşlarıyla sulaya sulaya büyüdü. Bu evlerde yaşayan hayalet cinsiyetlerin, nemli bakışlarının hapsedildiği, demir parmaklıklarla mahremiyete bürünmüş pencerelerden, dış dünyanın pisliğine iç dünyasını kata kata, pencere arkasına bakmayı huy bile bile büyüdü. ‘Kol kırılsa yen içinde kalır’ diye bağıran, insanın içinde büyüyüp de sur olan uzun avlularda, çamı pamukla işledikleri bebeklerini annelerinden saklaya saklaya oynatırken,’ Bir gün olur da ya bizi ayırırlarsa?’ korkusuyla yanından hiç ayırmadığı kız kardeşi Seher’den kalan ince işlemeli aynada, suretine küfrede küfrede büyüdü.  Çapı da, alacağı da, satacağı da, düşüneceği de, küçücük olan bir köyde, küçük mekanların edindirdiği devasa sıkıntılarla savaşırken, içindeki yitikliği tetikleyen mereti doğraya doğraya ama en sonunda da hiç doğrayamadığını fark ede ede büyüdü...  
            Bahar, evdeki noksanları gidermeye çıktığı bir gün, camları yeni silinmiş köy kahvesinin önünden geçerken çıplak olduğunu fark etti. Sokaklar kalabalıklaşmadan giyinmesi gerektiğini düşünerek, çıplak şekilde nasıl eve döneceğinin yollarını aramaya başladı, ama bulamadı. Mahrem sayılan uzuvlarını elleriyle gizleye gizleye yürümeye devam ederken, durağan haldeki insanlığın hem vücuduna hem de düşüncelerine baktıklarını fark etti. Ruhundaki savunmasızlığın; köy meydanına her çıkışta, camları yeni silinmiş köy kahvesinin önünden her geçişte soyunduğuna kanaat getirip, çıplak hissettiği bu anda, gene Seher’i düşündü. Üzerine belini saran aşağı indikçe bollaşan uçuş uçuş siyah bir elbise giymiş, V şeklinde inen yakasıyla beyaz boynunu açıkta bırakmış, saçları ne istediğini bilen sağlam dokunuşlarla sıkıca toplanmış Seherle ellerinde piknik sepeti Karaalan mesiresine yürüyorlardı. Karaalan’ın içlerinde ‘bizim ağacımız’ dedikleri palamutun altına mavi pötikareden örtülerini serip, hazırladıkları sandviçleri taksim ederek yemeye başladılar. Seher, meyve suyu pipetinin siyah elbisesine düşmesiyle tam da güneşin vurduğu yerde oluşturduğu ıslak çizgiye gülümsedi... Topladığı saçları onu sıkmış olacak ki; tokasını çıkarıp koluna doladı, saçlarını palamudun yeşiline doğru savurdu. Sonra küçük çantasından çıkardığı ince işlemeli aynada kendini seyretti. Bahar ise Seher’in adeta dans gösterisini andıran bu koşuşturmalarını, bu neşesini, ellerini başının altına alarak uzandığı örtünün üzerinden en sahici gülüşleri ile izliyordu…Camları yeni silinmiş köy kahvesinin önünde duran Bahar, meydandan geçen traktörün sesiyle ürpererek, siyah hırkasına sarılıp lazım olan öte beriyi de alarak eve döndü. Titrek vücuduna can getirmek için ocağa koyduğu çay suyunun kaynamasını beklerken, araladığı mutfak camının önünde, Seher’den kalan ince işlemeli aynaya baka baka, Karaalan’dan gelen yakıcı esintiye meydan okuyarak düşündü.  Yanaklarım az daha dolgun, gözlerim az daha büyük olsaydı … Dudaklara bak hele! Kalemle ince bir çizgi çekmişler sanki. Neredeyse yok! Ya burnum! Yüzümü kaplıyor. Seher kadar güzel olsaydım ah Seher kadar güzel olsaydım da …olsaydım da beni…ah beni… Çay suyunun fokurdamasıyla kulağına sızan çınlama, içine düştüğü melodramla tuhaf bir görüntüye bürünmüş suretini aynadan uzaklaştırdı. Güneşin batmaya yeltenen kızıllığı altında hissettiği kahredici boğulmuşluk, kendi etrafının bilincine olan dikkatinin yorgunluğuyla birleşince, onu hala Seher’in kokusunu duyduğu, çocukluklarını sakladığı küçük odaya yöneltti. Seher’in yatağına uzandı ve kuracağı kabil hayallerle birlikte rahat bir uyku çekmeyi ümit ederek gözlerini kapattı. Bahar, Seher palamudun üzerine elma bıçağıyla isimlerini kazımaya çalışırken, az öteden geldiğini işittiği boğuk sesleri anlamlandırmak için yattığı yerden doğrulmuştu. Askerden döneli belki bir hafta olmuş, kendi aralarında köyün serserileri diye konuştukları; berberin oğlu Serkan’ın, muhtarın oğlu Cemil’in, – kendini sürekli kesmesinden ahalice adı böyle bellenmiş- jiletçi Yasin’in, palamudun arkasından onlara doğru yaklaştığını gördü. Seher’e ‘Haydi gidiyoruz’ demesine kalmadan Seher’i yakaladılar. Yüzü öfkeden bir hayli alarmış, kardeşini kurtarmak için debelenen Bahar’ı ise palamudun gövdesine savurdular. Pes etmeye niyeti olmayan Bahar kardeşini kurtarmak için bir daha debelenince, muhtarın oğlu Cemil’in kafasının üstüne indirdiği yumrukla palamudun altına serildi. Kulakları sessizlikte bilenmeden duyduğu son şey Seher’in çığlıkları olurken; gözleri karanlığa düşmeden gördüğü son şey ise Seher’in elindeki elma bıçağını önce jiletçi Yasin’in boğazına sonra da berberin oğlu Serkan’ın koluna sapladığı oldu. Seher’in kokusuyla sızdığı yastıktan doğrulan Bahar elleri gözlerinde saatin kaç olduğunu öğrenmek için yanındaki ahşap konsolun çekmecesine uzandı. Of… ne uyumuşum böyle… İnsanın kapısını çalacak biri olmayınca gece gündüz karışıyor tabi... Her gün birbirinin aynı…. Az sokağa çıksam, az yürüsem, katilin kardeşi diye horsunacaklar, bakışlarıyla soyup soğana çevirecekler gene. Ben burdan gidene dek böyle. Beklesinler bakalım…Yıllardır bekliyorlar da ne oluyor… Bahar bir şeyler atıştırdıktan sonra düşüncülerindeki endişelerine inat her zaman olduğu gibi yürümeye karar kıldı. Camları yeni silinmiş köy kahvesinin önünden geçerken, köy kumpaslarının başını çeken muhtar, suratındaki katıksız nemrutluğuyla Bahar’ın önüne dikildi. ‘’ Al şunu hele, dün sana getirmiş postacı kapıyı açmamışsın. Bana bıraktı.’’ diye tıslayarak elindeki zarfı uzattı. Bahar’ın titreyen elleriyle kavradığı zarfa bakmasına fırsat vermeden de ekledi: ‘’ Belli ki katil kardeşinden gelmiş, üstünde cezaevi damgası var.’’ Bahar yaklaşık on senedir yazdığı halde hiçbir mektubuna cevap alamadığı Seher’den gelen mektubu hırkasının içine saklayarak, horsunma dolu sözlerin ve kalıplaşmış kafalarının içini gösteren kösnük bakışların uğultusu altında evine koştu. Kulakları tüm tıkırtılara kapalı kesik kesik soluyarak, Seher’in ince işlemeli aynasına sıkı sıkı sarılarak, zarfı açıp yüksek sesle okudu:’’ Bahar bir ay sonra tahliyem var. Ne var ne yok sat İzmir’e gel. Yaşamaya birlikte başlayacağız.’’
Bahar kafasına aldığı darbenin sızıntısıyla zar zor gözlerini açarak etrafına bakındı. Gözleri mavi pötikare örtünün üzerindeki Seher’in ince işlemeli tarağı ve yerde oluk olmuş kanın yanında yatan berberin oğlu Serkan’ın cansız bedeniyle buluştu. Az öteden gelen ahalinin sesi polisin siren sesiyle karıştı. Seher adam öldürmekten ve yaralamaktan yirmi sene mahkûm edilirken; Bahar yaklaşık on beş senedir katilin kız kardeşi unvanıyla Karaalan mesiresinin az ötesindeki beyaz sıvaları dökülmüş evlerden birinde yaşamaya devam etti. Bahar, kardeşinin suçsuz olduğunu köyden gitmeyerek, Karaalan mesiresinin yakıcı esintisine boyun eğmeyerek kanıtlamaya çalıştı. ‘Kuyruk sallamasaydınız’ ‘Mesire de kız başınıza ne işiniz vardı’ ‘Aslan gibi delikanlı kancık kardeşinin kurbanı oldu’ diye böğüren, beylik yargılarının esiri olmuş ahalinin kendini buradan göndermek için yaptığı her şeye rağmen Seher’in suçsuzluğunu ve haklılığını taşıdı. Yıllardır hayalet cinsiyetlerin giremediği mesireye ‘bizim ağacımız ‘dedikleri ağacı sulamaya, Seher’in mahkumiyetinden sonra köyden boyunları eğik, yüzleri düşük göçen ana babasının utancını gömmeye gitti...
     Bahar, mektubu aldığının ertesi sabahı Karaalan’ın yakıcı esintisinin karşısına düşen camına, ‘satılık’ yazısını yapıştırarak küçük bir valiz hazırladı.  Belki, hiçbir ahalinin adaletli olamayacağını, hayatta kalmanın yolunu yanlışı karşıya yıkmakta buldukları beylik yargı sahiplerinin, hiçbir zaman onları anlamaya cesaret edemeyeceklerini anladı. Belki de camları yeni silinmiş köy kahvesinin önünden geçerken, camın ardındaki gözlerin hayalet gördükleri cinsiyetleri görüntüleriyle ya da düşünceleriyle çırılçıplak hissettirmekten vazgeçmeyeceklerini... Ya da yıllardır meydan okuduğu Karaalan’ın çoktan yenilgiyi kabul ettiğini ona artık burada kalması için bir sebep vermediğini kavradı. Suladığı ağaç ve Seher’in mektubu köklerini bir türlü salamadığı bu topraktan gitmesi için onu cesaretlendirdi. Gitme vakti geldiğinde, camları yeni silinmiş köy kahvesinin karşısında kalmak üzere onu bekleyen otobüse beklemesi için el yaptı. Bir elinde Seher’in ince işlemeli aynası, bir elinde mektup, kahvenin önünde bekleşen ,bin bir meczupluğa ev sahipliği yapmış tahta iskenbelerden sağlam gördüğü bir tanesini alıp, camları yeni silinmiş köy kahvesinin camlarını, korkuyla karışık bir ayıplamayla ona bakan bakışların gölgesine gizlenmeden indirdi. Otobüse binip te, başını cama yasladığında camdan yansıyan suretinin hiç de çirkin olmadığını düşündü.