Reklam

İKİ YÜZ OTUZ DÖRT   

İKİ YÜZ OTUZ DÖRT   
01 Şubat 2022 - 14:13
Gamze Ocak 
  

Uyur uyanık geçen gecenin ardından daha fazla boğuşmak istemeyerek yatağından doğruldu. Koyu renkli güneşliklerin zifiri karanlığa bürüdüğü odayı aydınlatmak için pencereye yöneldi. Alaca kızıllık; “Henüz vakit var” diye seslendikten yarım saat sonra kardeşi uyandırmak için kapıyı araladı. Onu vaktinden önce hazırda bekleten bu korku, yavaş yavaş boğazından gözbebeklerine yayıldı. Balkonun buğulu kapısını sola doğru güçlükle çekip adımını attı. Dönüşüme uğramamış karşıdaki 3 katlı binanın bacasından tüten duman, ait olduğu yeri anımsattı. İsli kokuyu içine çekti. “Bugün döneceğim. Bugün memleketime döneceğim. Hem de tek başıma!” Özlem, sevinç, hüzün, korku; tüm duygular başının etrafında çatkı olup şakaklarını zonklattı. Balkon korkuluğunun soğuk demirini hissedemeyecek kadar uyuşmuş ellerini yüzünde gezdirip ettiği duasını tamamladı: “Amin”
Alelacele hazırlanmış kahvaltıdaki sessizliği nihayet kardeşi bölmeye yeltendi:
-Bütün eşyalarını hazırladın mı abla?
Bir tek kendisi hazır değildi. Kocası, kardeşi ya da bir başkası olmadan hayatında ilk kez tek başına yapmak zorunda olduğu yolculuğun endişesi içinde debelenip dururken dudaklarından son bir gayretle şu sözler döküldü:
-Bir daha gitsen söylesen, işten izin alamaz mısın?
-Ablacığım, kaç kere söyledim sana. İzin almak kolay değil. Rapor da alamadım. Ben senin her işini halledeceğim. Biletini, valizini… Hem ben sana güveniyorum.

“Güveniyorum. Ben sana güveniyorum.              Söylemesi kolay. Kırkıma merdiven dayamışım, neyime güveniyorsun!“ nidaları içinde patladı, yine de dışarıdaki sükûneti bozmadı. Fokurdayan çaydanlığın çıkardığı ses dışında, çıt çıkmadı.
Hayatı boyunca güven duyulmaya bile gerek kalmamış bir kadının saydamlığı, şimdi birdenbire görünür kılınsın isteniyordu.  O da isterdi her şeyi bilmeyi. Onlar gibi korkmadan, utanmadan her yere gidebilmeyi. Sonradan öğrendiği Türkçeyi çekinmeden konuşup kendini özgürce ifade edebilmeyi. Doğduğu köyün kadınlarının başkası olmadan yolculuk yapabilmesini, ev işi dışındaki meşgaleleri o da isterdi. Köyünde kendi akranı kız çocuklarının okula gitmediği günlerin kaderini değiştirebilmeyi de isterdi tabii. O yıllar, bunun eksikliğini hissedecek algıya dahi sahip değildi. Çevresindeki herkes onun gibiydi. Hünerli elleri iş görüyor, kardeşleriyle birlikte yaşayıp gidiyorlardı. Kilim dokuyor, süt sağıyor, peynir yapıyorlardı. Güneşin doğuşuyla başlayan işleri bitince sokakta özgürce oynuyor, zorlu şartların gölgeleyemediği mutlulukla gün sonunda koyun koyuna uykuya dalıyorlardı. Kendi içindeki düzenden memnun, yürekleri yılgıdan uzak, görkemli sevinçleri vardı. 90’lı yılların başında gelen patlama sesleri, değişecek düzenlerinin habercisiydi. Bütün çocukluk anıları, evleri, barkları, insanları sonsuz cömertliğiyle doyuran köylerinin doğası, geride kaldı. Boşaltılan köylerden geriye bitap düşmüş yüzlerce aile, hayata tutunmaya çalışan insanlar, kente yakın yeni alanlarına alışmaya çalışan ahali kaldı... O zorlu günler geçmişti belki ama artık ne köylü olabilmişlerdi ne de kentli… Zamanla her şey değişti. Erkekler belki daha kolay adapte olabilmişti. Kadınların hayatıysa tekdüzeliğin boğucu ellerinde geçip gitti.
Ayrılığın hüznüne eşlik eden yalnız başına yapacağı yolculuğun korkusu içinde, havalimanının yolunu tuttular. Yol boyunca Yılmaz’ın söylediği her cümleye tek kelimelik cevaplar veren Gülistan, onunla dönmedi diye duyduğu kızgınlığı kardeşine belli etmemeye çabalıyordu. Gözleri camın ardında, azametli palmiye ağaçlarının üzerinde yol boyu gezindi. Denizin rengi de, ne değişikti. Denizi mavi renkle bilirdi, bu kentte yeşil gibiydi.
-Tamam abla, valizini bagaja verdim. Uçuş kartını da aldım. İkinci kapıdan ben geçemiyorum. Kapı numarası bak, iki yüz otuz dört.
-Ama ben, sayıları yüze kadar biliyorum.
-Abla bak 2,3,4  yan yana yazan kapıya doğru gideceksin. Hakkari uçağı diye sor, sana yol gösterirler. Kapıya vardığın zaman da tekrar sor. İyice emin ol.

Biletin üstündeki sayılara öylece bakakaldı. Kapıyı bulamama endişesini bastıran anons sesleri, bütün bu acelesi olan insanlar, çepeçevre kuşatılmış hissetti. Uçak saatinin sıkıntılı bekleyişinde Yılmaz, yapması gerekenlerden bahsetti. Kulak kesilip anlamaya çalışıyor, birazdan ayrılacaklarının keskin gerçeği ansızın beynine hücum ediyordu.  ‘Hakkari için son çağrı’ cümlesiyle içinde infilak eden son umudu da yitirmiş, tek başına gideceği kısa ama onun için dünyalardan uzak yolu çaresiz, tutmaya başladı.
-Pardon, bakar mısınız? Ablama yardımcı olmak için ben de geçebilir miyim?
-Maalesef, bu giriş sadece yolcular için. Diğer yolculardan yardım alabilirsiniz.

Eşyalarıyla birlikte bir başına ikinci kapıdan geçti. Gülistan; Yılmaz’ın gösterdiği yöne doğru yürümeye başlaması gerektiğini biliyor, ayaklarına söz geçiremiyordu. Maskesinin ardındaki büzüşmüş ağzı, gergin yanaklarını ele veren, açıktaki gözleriydi. Kapının ardında kalan Yılmaz’a medet uman gözlerle bakıyor, ne yapacağını bilemiyordu. “Gitmem lazım, gitmem lazım. 2, 3, 4. Bu tarafa mıydı? Buradan aşağı mı ineceğim sonra? Allahım yardım et.” Maskesini indirip tüm gücüyle nefes aldı. Kardeşi el hareketleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor, cesaretlendirici sözleri yüksek sesle ulaştırmaya çabalıyordu. Maskesini düzeltip kendine çeki düzen verdi. “Birine sorsam mı, Hakkari kapısını kim bilir ki?” Görevli nihayet gitmesi gereken yönü gösterdi. Güçbela kapıya varmış, derin bir nefes almıştı. Birkaç dakika sonra, emin olması gerektiğini anımsadı. Birilerine sormalıydı. Nasıl soracaktı? Yanlış bir şey söyler de ona gülerler diye ödü kopuyordu. Tüm gücünü topladı:

-Burası, Hakkari için olan kapı mı?
-Kapı değişimi olmuş, 340 numaralı kapıya gideceksiniz.

Kimse kapı değişimi ihtimalinden bahsetmemişti. Yaşadığı şokun etkisiyle ayakları yere çivilendi. Nabzı yükseldi, soluk alış verişleri hızlandı. Şimdi ne yapacaktı? Etrafındaki herkes yabancı.  2, 3, 4 değişmiş. “Yılmaz, Yılmaz neredesin!” İki yüz otuz dört için kendini dakikalardır hazırlamıştı. O numaraya aşinaydı, şimdi bilmediği yönlerin olasılığında kendini kaybetmiş, boşlukta süzülen kollarıyla havalanıp uçan ruhunu gözleyen bedeninde kalakalmıştı. Yapması gereken tek şey oymuş gibi maskesinin telini düzeltti. Karışık düşüncelerin kesintili çizgilerinde duraksıyor, büyümüş gözbebeklerinin seçmeye çalıştığı insanlardan gözleriyle sessizce yardım istiyordu. “Kapı değişmiş, kapı değişmiş. Nasıl bulacağım, uçak gidecek!” Bir süre böyle çaresiz oradan oraya yürüdükten sonra sakin görünen bir genç kadına sormaya yeltenebildi. Gülistan’ın titrek sesinden zorlanacağını anlayan genç kadın, yeni kapıya kadar eşlik edip yaptığı iyiliğin büyüklüğünden habersiz, yetiştirebildi. Gülistan yolcuların alınmaya başladığı kapıdan içeri adımını atar atmaz uyuşmuş ellerini yüzüne götürüp bütün hıncını ondan almaya çalışarak son bir kez maskesinin telini düzeltti.

Hakkari’ye dönen Gülistan, aylar önceki havalimanı krizini aklından çıkaramadı. Çok sevdiği kardeşini yine ziyarete gidecekti. Belki yine, tek başına dönmek zorunda kalacaktı üstelik. Çaresizliği tekrar hissetmeyi aklının ucundan bile geçirmek istemiyordu. Gülistan o yaz, bir şeylerin değişmesi gerektiğini iyiden iyiye fark etti. Komşusunu da ikna edip mahallelerindeki okulun okuma yazma kursuna kaydoldu. Günbegün daha iyiye gidiyor, okumayı söküyordu. O güne dek kendisini böylesine güçlü hissetmemişti. Çantasından çıkardığı hikaye kitabıyla birlikte yere düşen uçuş kartına gözü ilişti: Yüksek sesle okudu: İki yüz otuz dört.