Reklam

Kuyudayım, Cemşaab!

Kuyudayım, Cemşaab!
04 Kasım 2021 - 11:16
Figen Çalımlı
Söyledim değil mi, herkesin sürgün edildiği bu topraklara ben gönüllü geldim. Bir sevda ateşi, kaçış, unutuş. Kendi yok oluşumun başlangıcı yahut bittiğim yerden çoğalışım. Denizlerin etrafını sardığı büyük kentlerin uzağında, ülkenin sınırında, uçsuz bucaksız bir vadiye uzanmış bir yerdeydi burası. Kınalı ellerime tutunan ellere, gövdemi çepeçevre saran tüm bu bedenlere yabancıyım. Ne yapıyoruz burada, diye sürekli kulağına eğilip soruyorum. Ne yapıyoruz? Niye geldik? Neden eğlenmek zorundayız? Anımsamıyordum. Üzerimdeki beyaz gelinliği ben mi giymiştim? Bilerek, isteyerek. Anımsamıyordum. Ali’yi etrafı denizlerle çevrili o kentte bırakmıştım. Dur dememişti, hatırlıyorum. Desin istemiştim. Kollarımdan tutup oturtsun, gidemezsin desin. Bu uçsuz bucaksız düzlüğe gelinlik giydirmiştim, bozkırı gelin etmiştim. Dudaklarını büzmüş, yüzüme bir kez bile bakmamıştı. Kurban mıydım? Sürgün mü? Hayır, gönüllü gelmiştim. Neden? Anımsamıyordum. Bildiğim tek bir şey var, bir gün bu uçsuz bucaksız çölün ortasında buldum kendimi. Hep burada mıydım yoksa? Terk edip gitmiş miydim buralarda kendimi? Bir gün çıkagelip terk ettiğim kendimi bulurum sanmıştım, belki de. Peki ya Ali? O neden benimle değildi? Kocam değildi, abim değildi, babam değildi, hiçbir şeyim değildi. Neden değildi? Düğünün ertesinde sürüp giden günlerde hep bunu düşündüm. Yemek yapıyordum, akşam oluyordu yatak yapıyordum. Dilini bilmediğim, dilimi bilmeyen bu insanların arasında gülüp eğleniyordum. Yüzümdeki hoşnut gülümsemeyi soldurmuyordum. Onlardan biri olduğumu düşünüyorlardı. Cemşab tarafından kuyuya atılmıştım. Cemşab, Ali. Bildiğim her şeyi ona öğretmiş sonra hepsini unutmuştum. Ona bildiğim her şeyi ve tüm sevgimi vermiştim. Ben meranların şahı. Eti, Cemşab tarafından şehirde pay edilmiş, Şah-ı meran. Varlığım onun zenginliğiydi. Cemşab! demiştim. Cemşaab, Ali, Ali! Beni neden sevmedin? Ülkenin bu en ücra yerine, dilini bilmediğim bir adama kaçmıştım. Çukurun içinde ufalmış gövdemi korkunç kayalıklar selamlamıştı. Kaçıp sığınabileceğim neresi var bu kentte? Birkaç gün sonra küçük bir kitapçı dükkanının soluk tabelasıyla karşılaştım. Başımı eğip içeri baktım. Evet, burası gerçekten bir kitapçı dükkanı! Küçük bir kitapçı dükkanı. Dar kapısından eğilerek içeriye girilen bir kitapçı dükkanı. Loşluğun ortasında, muştulanmış ışığa elindeki kitabı tutarak okuyan bir adam. Kentte karşılaştığım türden, gözlüklü ve sakallı, hakiki bir kitapçı. İçeri girdim. Kitap kapaklarına dokunarak dolaşmaya başladım. Dikkatimi çekenlerin arkalarını çevirip okumaya koyuldum. Aradığınız bir şey var mı? diye sordu. Var, dedim. Yardımcı olabilir miyim? dedi. Bilmem, diye yanıtladım. Sonra cevabımın saçmalığından utanıp kızardım. Biz okurlar bilemeyiz zaten, onlar bilirler, deyip kitapları gösterdi. Onlar seçer, biz seçemeyiz. Ama seveceğinizi düşündüğüm bir kitap var elimde, deyip siyah ciltli kitabı elime tutuşturdu:
“Geceki ihtişamın gündüzden başka. Belki de bu yüzden bu karanlığa ihtiyacım var, Senin karanlığına. Elini attığın yerdeki boşluk kararır bazen Tutunmak için elinle bedenini sarmaktan başka yolun kalmaz. Olsun. Senin bu karanlığa ihtiyacın var.”
Kitaptan, dedi. İlk sayfayı açtım. Şahmeran karşıladı beni. Kenarlara çekilmiş sürmeli gözleriyle ağlıyor mu gülüyor mu belli değil. Elini kaldırdı. Hayır, burada okumayın. Eve gittiğinizde bakarsınız, dedi. Tuhaf kitapçıyı geride bırakıp eve döndüm. Sokağa döndüğümde zılgıt sesleri karşıladı beni. Yan bahçede düğün var. Sahil boyundaki tavernalarda yapılan düğünler çınladı kulağımda. Ali, düğüne bakıp suratını buruşturarak yüzüme güldü. Cemşaab, kuyudayım! Uzaklaşmadım! Çıkar beni buradan Cemşaab, Ali!
Ali’den uzakta, kendimden uzakta, sesimden uzakta, benliğimden uzakta, suskunluğumdan uzakta düğünümü yapıyorlar. Herkes gülüyor, ben de gülüyorum. Kendi dillerinde bağırıyorlar: Ki zawa? (Damat kim?) Miran zawa! Ki buke? (Gelin kim?) Meran buke! Artık bir karar ver diyorum. Burada mısın? Buralı mısın? Kalbini işaret ediyorum. Ne diyor burası? diyorum. Yüzüme bakmıyor. Git, diyorum. Gitmiyor. Yüzüme bakmıyor, ne bana doğru yürüyor ne dönüp gidiyor. Sessizlik ne anlama geliyor, bilmiyorum. Korkuyorum. Ne düşünüyorsun? diyor. Nehri tersine akıtamam, diyorum. Haklısın, deyip beni kuyuya itiyor. Bağırıyorum. Bağırıyorum. Kuyularda bağırıyorum. Kuyulara bağırıyorum. Elleri kasıklarıma ulaşıyor. Kokusunu içime çekiyorum. Ali değil. Ellerim ensesini kavrıyor. Karanlıkta siyah gözlerle gözlerim buluşuyor. Başım dönüyor. Cemşab değil. Ağlamaya başlıyorum. Bilmediğim dilden kelimeler tekrarlıyor. Ne dediğini anlamıyorum.
Soruyorum: Ki zawa? (Damat kim?) Ki zawa? Eline aldığı kitabı pencereye fırlatıyor. Her yer cam kırıkları. Duvarda Şahmeran, kırıkların üzerinde ben ağlıyoruz. Kuyunun üzerine isli gelinliğimi örtüyorlar. Cemşaab, nerede olduğumu onlara neden söyledin? Etlerimi parçalayıp şifa dağıtıyorlar meczuplara. Benim ellerim iyileştirmez, etim sağaltmaz kimseyi. Kepçelerle parçalarımı dağıtıyorlar önlerine uzanan tabaklara. Bahçeye kurulu kazanda kemiklerimi kaynatıyorlar. Derimi, başımı, kalbimi kuyunun dibine bırakıyorlar. Cemşaab! Ali! Aliii! Kuyunun dibindeyim. Bağırıyorum! Sesim yırtılıyor! Denizlerle çevrili kenttesin. Duymuyorsun. Gelinliğimle kuyumu örtüyorlar, görmüyorsun! Peşime düşüp gelmek istiyorsun. Ben öldüm. Beni bulamıyorsun. Adresimi sorduğun herkes beni tanımadığını söylüyor. Herkese Meran nerede? diye soruyorsun. Yüreğine sormuyorsun. Beni bulamıyorsun. Bulamıyorsun. Beni. Bulamıyorsun.