Reklam

Lunaparkta ne işimiz var?

Lunaparkta ne işimiz var?
24 Mayıs 2021 - 12:42
Elgiz Yüce
                “On beş numara diyor,” başını telefonundan kaldırıp gözlerini biraz kıstı ve yanlarındaki binaya doğru bakındı, “Ama çift sayı ilerliyor burası. Gel, karşıya geçelim.”
                “Arkadaşın da gelecek mi?”
                “E, Arda ayarladı ya doktoru, o da yanımızda olsun dedim.”
                Binanın önüne vardıklarında sırtı duvara yaslı, elindeki sigaranın dumanıyla etrafı sarılı, diğer elinde tuttuğu telefona dönük yüzü mavi spor şapkasının altında kalan adama doğru ilerlediler.
                “N’aber abi?” diye başlayan kısa selamlaşma Caner’in tanıştırmasıyla sonlandı.
                Arda’nın sigarasını ileriye doğru fırlatan eli diğer elindeki telefonu kapıp tuş kilidini kapatırken boşta kalan eli Aylin’e yöneldi. Fakat Aylin’in eli bu selamlaşmayı karşılamakta gecikmiş olmalı ki kısa bekleyişinden sonra Arda elini çekmiş, yüzündeki hafif tebessümle kafasını sallayarak selamlıyordu artık onu. Bu kez de Aylin’in havalanmış eli karşısını boş bulunca hemen iniverdi ve o da aynı gerginlik içinde yapmacık bir gülümsemeyle kafasını eğip kaldırırken buldu kendini. Bir türlü denkleşememiş bu selamlaşmanın üzerlerinde bıraktığı gerilimle binaya girdiler.
                Caner’in en önde, dikkatli ve atik hareketleriyle Arda’nın rahat bir şekilde arkalarından gelişinin tezatlığı içinde daireyi buldular. Zili çaldıklarında Aylin‘in bir eliyle diğerine bastırdığı başparmağının tırnak izi artık avuç içine kazınmıştı. Sekreterin onları karşılaması, beklemek üzere sade döşenmiş, gri duvarlı ve ondan daha da gri, “Üzerime oturma!” dercesine sert ve soğuk görünen koltuklara yönlendirmesi öyle hızlı oldu ki sanki zili çaldıkları anda kendilerini bu koltuklardan birinin üzerine dizilmiş, karşılarındaki duvarda asılı duran bebek resimli koca afişlere bakarken buldular. Arda değil elbette, onun gözü, “Çıkışta takılır mıyız?” demek için kafasını kaldırdığı kısa bir an dışında yine telefonundaydı.
                Beklerken Aylin’in sağ bacağı sallandıkça sallanıyor, bir yandan da yerde çıkaracağı sesten utanır gibi yumuşak basıyordu tabana. Telefonuna baktı; kardeşi Perşembe günü doğum gününü lunaparkta kutlamak istiyor ve bunun güzel bir fikir olduğunu onaylaması için attığı mesaja destek bekliyordu. “Lunaparkta ne işimiz var” yanıtını yazdığı sırada sekreterin dar koridorun başından kendisine seslendiğini duydu.
                “Normalde iki bini bulmaz ama sizin durumunuzda ekstra ücretler devreye giriyor,” demişti doktor. Önce yaş konusu netleştirildi, sonra on haftadan daha uzun süre olması eklendi bu ekstra ücretlere. Hâl böyle olunca fatura kabardıkça kabardı. İkisinin de esas korkusu “Bu işin oluru yok,” denmesi midir nedir, doktor ağzını her açtığında fiyatın artmasına seslerini çıkaramadılar. Öyle ki, bu sessizliklerini fırsat bilen doktor, artık yalnızca fiyat konusunda değil, seçtiği sözcüklerde de kendini bilmez bir hâle gelmişti. Hatta koca bir küçümsemeyle Aylin’in üzerinde gezinen gözleri de katılmıştı dilinin arsızlığına.
                Kısa bir muayene sonrası ekrandan gösterilen ufacık nokta Aylin’in gözlerini doldurmaya yetmişti. Ardından tekrar koltuğuna yerleşen doktorun, “Korunmadınız mı?” “Nasıl daha önce fark etmedin?” soruları sırasında gözleri yine hep Aylin’deydi. Arda’nınsa Caner’in kulağına doğru kurduğu, “Nerdeyse otuz olacaksın, uğraştığın şeye bak!” cümlesi düşündüğünden de yüksek bir sesle çıkmıştı. Aylin, doktorun soruları arasında Arda’nın ne dediğini anlamaya çalışırken öyle dikkat kesildi ki bir an dudaklarını yemeyi bıraktı, dilinin ucuna kan tadı geldi. Arda’nın “Yenge, doktor bey sana diyor,” demesiyle Aylin yüzünü tekrar doktora döndü aceleyle, “Ha?”
                “Perşembe diyorum, uygun mudur?”
                Caner’in hızlı ve keskin sesi tok çıktı, “Uygundur.”
                Perşembe günü doktordan çıktıklarında onu götürdükleri kalabalık kafede hiç konuşmadan içtiği limonatanın ardından, ödenmemiş hesabı ve Caner’le Arda’yı arkasında bırakarak apar topar kalkıp bir taksiye atladı. Yolda, Caner’in aramaları ve mesajlarıyla durmadan titreyerek elini gıdıklayan telefonu kapattı ve çantasına tıkıştırdı.
                Anlaştıkları saatten beş-on dakika önce lunaparkın kapısına vardı. İyi de olmuştu aslında, biraz soluklanmak ve hiçbir şey yapmadan durmak iyi gelmişti. Ailesini yaklaşırken gördüğü ana kadar, kaldırım kenarında iki büklüm oturmuş, karnını sımsıkı sarmıştı. Onları gördüğündeyse iğne batırılmış gibi aniden sıçrayarak hemen toparlandı. Kaskatı yüzüne sahte bir gülücük yerleştirip abartılı bir heyecanla kapıda karşıladı.
                Fosforlu renkler ve dönüp duran ışıklarla dolu, yüzlerini yalayan her rüzgâra eşlik eden kızarmış patates, patlamış mısır ve ter kokusuyla beraber bir süre ailecek kardeşinin coşkuyla onları çekiştirdiği oyuncaklara sürüklendiler. Bir saat kadar sonra bir standın önünde biraz soluklandılar; ufak tefek kostümler satan bir stanttı bu. Kardeşi gördüğü şaka gözlüklerini hemen denerken annesi, babasına dev bir şapka, Aylin’e kokoş bir maske taktıktan sonra kendisini de tül gibi bir pelerinle sarmaladı.
                “Ne iyi oldu aslında geldiğimiz. Senin on sekizinci yaş gününü de mi böyle kutlasak Aylin?” derken annesinin gözleri parlıyordu.
                Aylin yüzündeki maskeyi düzelttiğinde gözlerini sonunda üstündeki iki küçük deliğe getirerek dışarıyı görebildi. Annesinin elleri omuzlarında, onu aynanın karşısına getirmesine izin verdi. Babasının maskenin ne kokoş olduğuna dair yaptığı espriyi tam olarak duyamasa da ailenin kalanını güldürmeyi başarmıştı; maskenin ardından gülümsedi. Ama gülümsemesine dair en ufak bir ipucu bile yoktu ortada, sadece maskenin soğuk, bordo rujlu dudakları sımsıkı kapalı, düz bir çizgi olarak duruyordu. Bu kez kaşlarını çattı aynadaki maskeli yüzüne; yansımadaki yüz aynı soğuk ifadesinde hiçbir değişiklik olmadan orada öylece duruyordu. İçi rahatlamış bir şekilde ailesine döndü, “Kâğıt helva alacağım, isteyen?” diye seslendi onca sesin arasından.
                Kâğıt helvacıya doğru hızlı hızlı yürüdüğü sırada heyecandan ellerini sıkarken buldu kendini. Biraz sonra satıcının yanından geçip hemen ilerisindeki çitlere yanaştı, yüzünü tüm o kalabalığa döndü, maskesinin altında doya doya ağlamaya başladı. Hatta hemen yanındaki oyuncaktan bangır bangır gelen müzik sesi öyle yüksekti ki hıçkırıklarını tutmasına bile gerek kalmadı.