Reklam

Bitmeyen tartışma: Roman türünde anlatıcının eserle mesafesi…

Serbest dolaylı anlatım önceki zamanların iç monoloğunu anlatının içine yedirerek kendinden sonra gelecek bilinç akışı yönteminin de önünü açmıştır.

Bitmeyen tartışma: Roman türünde anlatıcının eserle mesafesi…
04 Ağustos 2021 - 11:15
Doğuş Sarpkaya
Roman türü ortaya çıktığı andan beri, anlatıcının mesafesi konusu hem sorun yaratan hem de yeni bir anlatı damarı yakalamak isteyen yazarlara can simidi işlevi gören bir kurmaca ögesi olmuştur. 18. yüzyıldan bu yana sürekli evrim hâlinde olan romanın üzerine en çok düşünülen konularından biri olmasına rağmen, eleştirmenler tarafından en az üzerinde durulan ögelerden de biridir. Anlatıcının mesafesi konusunda yazarlar 1800’lü yılların ikinci yarısında büyük atılımlar yapmış olsalar da ilginç bir şekilde bakış açısı konusu ilk kez 1920’lerde konuşulmaya başlanmıştır mesela. Bunda romanın ilk yazılmaya başlandığı dönemde tarih ile girdiği rekabetin payı büyüktü. İlk romancılar, yazdıklarının ciddiye alınması için tarihi gerçeklere dayandığını iddia etmişler, metinlerinde araya girip açıklamalar yaparak bu hissi kuvvetlendirmeye çalışmışlardı. Bu dönemin baskın anlatı biçimi başkişinin konuşturulduğu birinci tekil anlatımdır. Birinci tekilin sınırlandırıcı etkisinden kurtulmak isteyen yazarlar ise “mektup roman” biçimini tercih etmişlerdir. Romana estetik bir ruhun üflendiği 19. yüzyılda ise anlatıcı, yavaş yavaş roman kişilerinin arkasına gizlenmeye başlamıştır. Böylece romancı hem anlattığı tarihsel gerçekliğe nesnel yaklaşabilmek hem de roman kişilerini özerk bireyler olarak resmedebilmek için anlatıcının mesafesini dert etmeye başlamıştı. Bu mesafe sayesinde yazarın, anlatıcının, okuyucunun ve dünyanın gerçeği arasında paralellikler kurulması amaçlanıyordu. Üçüncü tekil şahıs ve tanrısal bir bakış açısı ile yazmak gerçekliği daha dolaysız anlatmaya imkân veriyor, geniş bir zaman diliminin anlatıya dahil edilmesine de olanak tanıyordu. Aynı zamanda romanın yakaladığı popülerlik yazara başka bir görevde yüklemişti. Toplumu anlayacak ve toplumsal değişimi en iyi yansıtacak yazı biçimi olarak felsefe, sosyoloji, tarih ve psikoloji gibi bilimleri bünyesinde barındıran bu türde yazanlar artık kanaat üretiminde de önemli bir mevzi edinmişlerdi.


Üslupçuluk ve Yazarın İzlerinin Silinişi
19. yüzyılın gerçekçi geleneği roman kişilerinin arkasına saklanmış olsa da anlatıcının mesafesi tümüyle silinmiş değildi. Hâlâ yazarın metnin içinde hazır ve nazır olduğu hissedilebiliyordu. Mesela Tolstoy’un Hıristiyan ahlakçılığını, Balzac’ın aristokrat kinini romanların satır aralarında hissetmemek mümkün değildi. Her iki yazar da hem ülkelerinin tarihini hem de içinde yaşadıkları toplumu en iyi yansıtan edebiyatçılar olmalarına rağmen mesafe konusunda sorunlar yaşamayı sürdürdüler. 1800’lü yılların ikinci yarısında Gustav Flaubert gibi üslupçular ise mesafe sorununu yazarın izlerini karakterin düşüncelerini baskın hâle getirerek silmeye çalıştılar. Böylece roman türü yeni bir anlatım tekniği de kazanmış oldu: Serbest dolaylı anlatım. James Wood’un belirttiği gibi serbest dolaylı anlatımda, “anlatı sanki romancıdan uzaklaşmakta ve artık sözcükleri ‘sahiplenmiş’ gibi gözüken karakterin özelliklerine bürünmektedir.” Böylece bireyin bakış açısı da romanın içine daha dolaysız bir şekilde dahil edilmeye başlanır. Her şeyi yöneten Tanrı-yazarın yerine karakterleriyle gizli bir iş birliğine girmiş bir yazar devreye girer. Bu iş birliği de bir süre yazarın metin içindeki varlığını tümüyle silinmesini sağlayacak, anlatı da kendi ilkeleri ve iç yapısıyla özerk bir var oluşa kavuşacaktır. Serbest dolaylı anlatım önceki zamanların iç monoloğunu anlatının içine yedirerek kendinden sonra gelecek bilinç akışı yönteminin de önünü açmıştır.

Romancı Hep Oradadır
20. yüzyılda Virginia Woolf ve James Joyce gibi yazarlar hem kişilerin ruhsal durumlarını gerçek yaşamda olduğu gibi yansıtmalarını hem de bireylerin toplumsal konumlarının bilinç dışına nasıl işlediğini göstermelerini sağlayan bu yöntemi seçmelerinin nedeni anlatıcının mesafesini de iyice açmaktır. Bilinç akışında amaçlanan kişinin zihninden geçenlerin bir kelimesini bile kaçırmamaktır. Hatta kimi zaman amaç yaşamın içinde bir anlığına görünüp kaybolan bölük pörçük anların yakalanabileceğini düşünür bilinç akışı yöntemini kullanan yazarlar. Ama A. Ömer Türkeş’in belirttiği gibi, “çelişki bununla da aşılmış olmaz. Her şeyi verebilmek için her şeyi seçmek, derlemek gerekmektedir: Romancı hep oradadır.” Sonuçta anlatıcının mesafesi konusunun belirli bir evrim geçirdiği doğrudur. Lakin belirli bir teknik yönelimin ötekine üstün olduğunu kanıtlayan bir ölçü biriminin olmadığını da kabul etmek gerekir. Romanda niteliği belirleyen temel noktanın etki olduğunu, bunun da yazarın derdiyle toplumsal gerçeklik arasındaki paralellikle yaratılabileceğini özellikle vurgulamak gerekir.