Reklam

BİR TREN YOLCULUĞUNDA

BİR TREN YOLCULUĞUNDA
21 Ocak 2022 - 13:56
BİR TREN YOLCULUĞUNDA
             
          Ailesi yanında olmadan, ilk kez kendi başına sokağa çıkan ergen çocuklara benzedim. Ne güzelmiş bunca zaman sonra güneşi ve rüzgarı aynı anda yüzünde hissetmesi insanın. Şu yarı aralık camdan gelen esinti bile kompartımanı nasıl da serinletiyor. Şurup gibi hava derler ya, işte tam da öyle. Şurup da nereden çıktı şimdi, aylardır içmek zorunda kaldığım berbat ilaçları hatırlayacak ne vardı? Gerçi bandanam başımda olduğu sürece unutmak ne mümkün? Eskiden durmadan kulağımın arkasına atmak zorunda kaldığım, kabarıklığından şikayet ettiğim, toka tutmayan saçlarımın yokluğunda şimdilerde can dostum (!) beyaz kelebekli bandanam … Neyse, bugün üzülmek yok! Kötü şeyler düşünmek yok! Kendime tatil verdim, dertlerime ise zorunlu izin. Trenin beni götürdüğü yerlere bırakacağım kendimi. Dahası sıkıntılarımı dağa, taşa, suya  bırakıp yenilenip dönmek niyetim. Camdan yansıyan görüntüme de doydum. En iyisi etrafla ilgilenmek. Köşede mayışıp kalmış yaşlı amca, annesinin kollarında pelte gibi uyuyan küçük çocuk, ya şu öğrenci olduğu her halinden belli gözlüklü kız. Kucağında test kitapları, kafasında çözemediği sorular, kaşları çatılmış, dalgın bakıyor boşluğa. Sıkılıyorum insanların bu içi geçmiş hallerinden.
            Hemen arka sırada  çirkin, suratsız bir adam var, gergin bir tip; “at hırsızı kılıklı “ derdi annem olsa. Yanındaki kadının profili ne hoş. İnce bir yüzü, uzun kakülleri var. Adamla omuz omuza oturuyorlar güya, ama aralarındaki sarp kayalıkları görmemek mümkün değil. Kadının uzun dalgalı saçları adamın ceketine değiyor. Değdiğine pişman. Hırkasını çıkarmak için davranması ile açıkta kalan incecik kollarındaki çürüklere, eziklere saplanıp kalıyor gözlerim. Güneşin ortama bir çamur kıvamında sıvadığı uyuşukluk yolcuları esir almaya devam ediyor, kimsenin umurunda değil, bakan ama görmeyen ya da görmek istemeyen çifter çifter gözle dolu dört bir yan.
            Şaşkınım, öfkeliyim, bir o kadar da elim kolum bağlı. Evdekileri güç bela razı etmişim tek başıma dışarı çıkmaya. Belaya bulaşmak istemiyorum, hele de bu hâlimle. Şehrin her metre karesinde adım başı suç işlenirken bu çok zor biliyorum. O taraftaki bir hareketlenme dikkatim tekrar bu tuhaf ikiliye yöneltiyor.  Kadın kalkmak istedi, adam sertçe uyararak kolunu tuttu ve zorla yerine oturttu. Önceden morartan o değilse bile bu hareketi ile kadıncağızın uzun süre acı çekeceği aşikar. İçim alev almak üzere, kendi hastalığıma, acılarıma çaresiz kalışım bir yana; başkalarının katlanmak zorunda kaldığı insan elinden çıkma bu vahşete sessiz kalamayacağımı hissediyor ama ne yapacağımı bilemiyorum.
            Kadın yüzünü benden tarafa çevirdi. Ne kadar da tanıdık bir yüz bu. Bir yerlerden tanıyorum da, nereden? Sanki çok eskilerden. Kahrolası ilaçlar beynimi de mi uyuşturuyor nedir? Bazen her şey birbirine karışıyor. Yanı başımda bir bebek ağlaması, annesinin kolunu çekiştiren, çekiştirirken mızıldayan bir diğer küçük çocuk. Kadın bebeğin  ağzını kapatmak için biberon,  diğer çocuk için de bir oyuncak bebek çıkarıyor çantasından. Camdan içeri vuran güneş ışığı mavileri yeşilleri ardına takmış oynaşıp duruyor kompartıman boyunca. Toz zerreleri bir o yana bir bu yana kuş sürüleri misali uçuşuyor. Kimsenin umurunda değil doğanın bu büyülü oyunu. Oyun…Çocuk…Oyuncak bebek…Nasıl oldu da hatırlayamadım, tekrar bakışlarımı karşımdaki kadına çeviriyorum. Bu kez gözlerim kime baktığını biliyor.  Evet Nevin bu. Çocukluk arkadaşım Nevin. Otogarın hemen arkasındaki Çınar sokakta bitişik  ahşap evlerde oturduğumuz günler, ailelerimizin sıkı dostluğu, gündüzlere sığmayan gecelere sarkan sokak oyunları, seyyar lambaların isteksiz ışıklarında eski püskü yaygıların üzerinde kurulan evcilik oyunları, çocukluğun hiç bitmeyen bir mevsim olduğunu düşündüğümüz zamanlar...Hepsi art arda üşüşüyor zihnime. Ruhumu ansızın, eş zamanlı kaplayan merak, kaygı ve huzursuzluk duygusu. Gözlerimin önünde o çürükler, morluklar birer kara delik…Hayat mücadelesi içinde  oradan oraya savrulurken izini kaybettiğim çocukluk arkadaşımı, bunca zaman sonra bulmuş olmanın sevincini yaşamamı engelliyor.
            Metalik sesler yoğunlaşıyor bu arada, durak yerinin anonsu geçiyor. Herkeste bir hareketlenme, bu kargaşada ya onları gözden kaçırırsam? Tam o anda ense kökümden başlayıp önüme doğru ilerleyen tiz ve yüksek bir ses;
-Çok ucuza saç bakım seti, almayan pişman, bir kutu alana yanında üçlü tarak seti bedava!
            Elinde irili ufaklı poşetler, omzunda fermuarlı gözlerinden dışarı fışkıran frapan renkte kutuların tıkıştırılmış olduğu spor çantası ile esmerce bir genç soluk almadan konuşuyor. Bu da nereden çıktı şimdi? Avaz avaz bağırıyor. Görüşümü de kapadı Hey Allahım.
-Ablacığım ister misin bak, al, kullan nasıl memnun kalacaksın.
            Elimle  yaptığım kenara çekilir misin işaretini , ‘ürünlere bakmak üzere yanına çağırıyor’ diye algılayıp hepten ısrarcı bir tavırla yanıma yaklaşıyor.
-Oğlum sen bana bir baksana bu malzemeleri kullanacak hâl var mı bende? Önümden çekil, diye işaret ettim ben sana.  
Çocuk bandananın gizleyemediği saçsız başımı fark edip, ofun sofun anında uzaklaşıyor. Tren tekrar hareket ediyor.
            İyi de, ya kendi kendime gelin güvey oluyorsam? Emin olamıyorum gerçekten Nevin mi acaba? Onun da beni görmesini sağlamayalım. Beni fark etmedi bile. Hoş neremden tanıyacak ki, olmayan saçlarımdan mı dökük kaşımdan, kirpiğimden mi? Yüzümdeki karamsar ifade bir anda yerini sevimli, çocuksu bir gülümsemeye bırakıyor. Dökük kaşlarımın hatırlattığı bir şey, bu buruk gülümsemeyi ateşleyen.  Eğer oysa bu kadın, eğer Nevin’se, sol kaşının üst kısmında saç çizgisinin hemen altında bir  yara izi olmalı. Küçükken bir kaza sonucu istemeden benim yaptığım epey derin bir iz. Bakışlarımı yüzüne kilitledim. Miyop gözlerimi kıstım, ama uzun kaküller tüm alnını kaplamış, bir şey görünmüyor.
            Bilerek uzatmış o kakülleri, yara izini kapatmak için.
            Aklıma oyuncak bebeklerimiz geldi. Aynı şekilde tarardık saçlarını. Pazar işi sert plastikten bebekler, parmağınla bastırınca derisi içine çöken ve öylece kalan bebekler... Yoksulluğun mutluluğumuza hasar veremediği günlere duyduğum özlem keskin bir sızı olup yokladı geçti içimi. Kokusu burnuma doluyor. Çocukluğun kokusu olur mu, oluyor; biraz çilekli sakız, biraz kavrulmuş çekirdek, çokça sıcak ekmek…
            Benden çok daha genç ve güzel duruyor, ama o hep öyleydi zaten. Beni bu hastalık çok yıprattı. Hiç tanıdık gelmedim ona. Ondan keza hiç bu yana bakmıyor. Buradan kalkıp Nevin’den tarafa yaklaşsam… Yanındaki çam yarmasının ona eziyet ettiği gün gibi ortada. Nasıl bu hale gelmiş o alımlı kız? Hepimiz bir şekilde hayatın çelmesine takıldık ama onunki daha başka sanki.
            Bir anons daha , bu defa yeni bir istasyon, yeni bir durak .
            İçimde bir korku kıpırdanıyor. Ya onlar da inerse, ben Nevin’e burada olduğumu söyleyemeden? Kararlılıkla kalkıyorum yerimden. Karşı sırasındaki koltuğa yaklaşırken bir yandan da göz göze gelmeye çalışıyorum. Oysa onun göz bebekleri olduğu yerde dönen, boşluğa takılıp kalan minik balonlar gibi. Kaçıp kurtulmak istediği o kadar belliyken çakılıp kalmış olduğu yere. Ancak yaralarını da bir yere kadar saklayabiliyor insan . Öyle ha deyince kalın siyah perdeler çekip üzerine, gün ışığından kaçmak kolay değil. Perdedeki küçük bir yırtık ele verir seni bazen. Sen istesen de istemesen de...
            Çantamdaki krakerler yardımıma yetişiyor.
-Alır mısınız ?
            İlk kez bakıyor bana. İfadesiz yüzünde sadece dudaklarının kenarında bir küçük kıpırtı. Gözlerinin içine bakıyorum. “Beni tanıdın mı?” diyor gözlerim gözlerine; cevap alamıyor. Dibindeki insan azmanını işkillendirmek istemiyorum.  Adamın kaba saba kelimelerle cep telefonundan muhtemelen kendi gibi bir tiple konuşmaya başlaması büyük fırsat. Cebimden çıkardığım bir kağıda hızlıca telefon numaramı yazıyorum. Altına da ekliyorum; “Beni ara. Süreyya”. Katlayıp avcumun içine hapsediyorum. Hazırda beklesin.
            Sanki uyuşturucunun etkisinde, bakışları kopuk kopuk. Camdan dışarı bakıyor ama  nereye baktığı, ne kadar süreyle baktığı belli değil. Trenin yol boyunca geride bıraktığı geniş tarlalar, bahçelerin içine serpiştirilmiş evler; farklı bir kılığa bürünüp içine hapsettiği acıyı  dağıtan, parçalayan tılsımlı bir güce sahip. Onun bu boşluktan medet umar hâlini kemoterapi sonrası mecalsiz kalan hâlime benzetiyorum. Hayatla kurulan ilişkinin kaypak yüzeyi…Her eşik gibi yanılsamalara açık, çoklukla zedeleyici.
            Az kaldı son durağa. Eninde sonunda ineceğiz ve onu kaybedeceğim. Bir şeyler yapmalıyım. “Siz de son durakta mı ineceksiniz? “
Onun cevap vermesine müsaade etmeden çam yarması atıldı.
-Türkçe bilmiyor. Boşuna çeneni yorma !
            Hiç inandırıcı değil. “Dayağın da yalanın da tek  lisanı var ama değil mi?”  demek geldi içimden, dudağımı ısırdım. Sustum. Adamı umursamaksızın, gözlerinin içine içine baktım Nevin’in.  Göz bebeklerine yapışıp kalan sessiz feryadın, kirpiğine dolanan yardım çağrısının üzerinde gezindi bakışlarım.
            Ve son anons. Hızla ayağa fırlayan adam, yine aynı şeyi yapıp sertçe kavradığı bileğinden çekip kaldırdı Nevin’i. Elinde derisi yer yer soyulmuş kahverengi küçük bir valiz. Sürüklercesine kapıya yöneltti kızı. İnecekmiş gibi yapıp arkalarından kalktım. Trenin yavaşlama anındaki sallantısıydı beklediğim. Kapının önüne dizilen onca kalabalığın arasında, telaşlı hareketlilikten faydalanıp  avcumu, Nevin’in boşta kalan eline yapıştırdım.  Parmakları açıldı ve kapandı. Otomatik kapının açılmasıyla yüzümüze vuran şiddetli rüzgarla sersemledik bir süre. Saçları uçuşmaya başladı. Kaküllerinin savrulduğunu görüyorum. Dudaklarında sessiz bir teşekkür, bakışlarında minnet var. Alnında iz yok.

Aylin Özsancak Sağdıç