Roman yazmanın toplumla ne ilgisi var?

Mehmet Cevat Yıldırım 
Bir roman yazarının söyleyecek sözü olmalı. Sanırım ilk koşulu budur roman yazmanın. Bundan sonrası ise biraz karışıyor. Roman ve toplum üzerine tartışmaların şeceresini şöyle bir düşünecek olursak, tam da bu ilk koşuldan ötürü karışıyor. Kastımı açıklamak için, roman yazan ya da yazmaya niyetlenen herkesi yakından ilgilendiren bu tartışmaları kısaca ziyaret etmek isterim. Romanın bir işlevi mi olmalıdır? Yazarın içinde yaşadığı, romanın boy verip yeşerdiği topluma karşı öyle ya da böyle bir sorumluluğu var mıdır? Yoksa toplumdan kopup kendi başına bir estetik değere sahip olmanın mücadelesi mi verilmelidir? Romanın toplumla bir ilişkisinin olup olmadığına (olması gerekip gerekmediğine) dair tartışmalarda kabaca iki temel damar tespit edebiliriz, kolaylık olsun diye bunlara “evet” ve “hayır” tarafları diyeceğim. “Evet” tarafı yazarın toplumuna karşı sorumluluğunu öne alır; toplumu “yansıtmak” ya da ona “yol göstermek” gibi bir sorumluluktur söz konusu olan. Buna karşı, böyle sorumlulukların ilk adresinin anlatı dışı, bilimsel metinler olduğunu söylemek hemen aklımıza gelebilir. Diğer yandan bilim dünyayı soyutlayarak yansıtırken, edebiyatın onu somutlaştırarak yansıtabilen tek araç olduğu fikrine dayanarak roman yazarının toplumsal sorumluluğunu savunabiliriz. Bu görüşü özellikle sosyalist yazarların kaleminde görürüz. Fakat sosyalist olmayabiliriz ya da romanı, hedonizmin diğer nesneleri gibi ideolojiyle ilişkilendirmek istemeyebiliriz.
Ayrıca eğer romanı toplumla böyle bir ilişkiye sokacak olursak, roman yazmak da okumak da hayli sıkıcı bir işe dönüşür. Mademki taşa çarptık, bu yolu şimdilik terk edip “hayır” tarafına geçelim. Oscar Wilde “Kitaplar ya iyi yazılmıştır ya da kötü. Mesele bundan ibarettir. (…) Sanatın tamamı hayli yararsızdır.”[1] diyor. Okuma zevkini merkeze alan hedonist bakış açısı roman yazarını toplumsal sorumluluğun cenderesinden kurtarır. Kurtarmasına kurtarır da bu sefer de onu karakter seçiminin, anlatı zamanının, dil sorunlarının, karşıtlıkların, plan kurmanın kurallar labirentinin ortasına bırakıverir. “Bir roman nasıl yazılmalı” sorusuna yanıt arayışı metinle de sınırlı kalmaz; romancıların günün hangi saatinde çalıştığı, tıkanma yaşadığında ne yaptığı, gözlem yapma yöntemleri de anlatılır. Yazar adayı bütün bu kurallar arasında kendisini mayınlı tarlada yürür gibi hisseder. Peki bütün kurallara uymak iyi bir romanı garanti edecek midir? Bunu bilemeyiz. Dahası, romanı toplumla ilişkilendiren bakış açısı sosyalist ise, ideolojiden azade olduğunu iddia eden hedonist bakış açısı da tüketime yönelik bir haz nesnesi üretmekle (liberal) serbest piyasaya seslenir. Alın bakalım, sanatı toplumdan kopartan bakış açısının yolu da taşa çarpıyor. Tabii eğer iyi roman yazmak için sayılan kurallardan biri bir sorunsalınızın (ya da “önerme”, ya da “ana fikir”, bence “mesele”) olması gerektiğini söylüyorsa iş değişir. Çünkü sorunsal, bir romandaki her unsurun tâbi olduğu mihenk taşıdır. Ve işte bu, toplumdan yalıtık bir ortamda elde edilemez. Roman yazarını rahatsız eden, bir tepki vermesini, söz üretmesini (Arendt “söz eylemdir” der) tetikleyen bir sorun olmalı. Toplumdan kopuk ve sadece estetik değer taşıyan ürünler üretmeye odaklanmış bir yaşantımız olsaydı, böyle bir sorunumuz olmazdı. Çünkü onu ifade etmemiz, somutlaştırmamız, öyküleştirmemiz, sorunun hangi açıdan bizi vurduğunu hissettirmemiz gerekmezdi.
O halde roman, ancak ve ancak toplumsal bir temeli olan bir sorunsaldan kaynaklanabilir. Öyle ki romancının söyleyecek bir sözü olsun ve işin gerisi onu nasıl söyleyeceğini düşünmek olsun. Romancı yaşadığını, öyle ya da böyle deneyimlediğini yazar. Hiç bilmediği bir konuda ahkâm kesmeye çalışırsa fena faş olur. Neden mi? Çünkü roman yayımlandıktan sonrası da toplumsal bir süreçtir ve roman okuru toplumsal sorunları yakından tanıyan ve bu konuda yazarı evine kadar kovalayan bir okurdur. Roman yazmanın “nasıl” yapılacağı da bir ayrıntı değildir şüphesiz. Sorunsal dediğimi başka ve daha zahmetsiz bir yolla ifade etmeniz mümkünse zaten öyle yapmalısınız. Değilse, “hayır” tarafının önünüze sunduğu yazma reçetelerine bir daha ve daha dikkatli bakmalısınız. Dolayısıyla “evet” tarafı da “hayır” tarafı da kulak vermeniz gereken şeyler söyler. Her ikisi de “böyle olmazsa olmaz” derken haklıdır ama hiçbiri tek başına iyi bir romanı garanti edemez. Çünkü boş bir konuda harika sözler söyleyebilir ya da çok önemli bir konuyu eveleyip geveleyebilirsiniz. Bundan “evet” ve “hayır” taraflarını uzlaştırmaya çalıştığım sonucu çıkmamalı. Çünkü iki tarafın argümanları aynı nitelikte değildir. “Neden” ve “nasıl” soruları yan yana konabilir ama bunlar ne romancı için ne de yaşadığı toplumdaki bir sorundan canı yanan birisi için aynı ağırlıktadır. “Neden”, hep ağır basar. Onun için; her şeyden önce bir roman yazarının söyleyecek sözü olmalı. Sonra da “iyi” bir roman yazmak için ne yapacağını düşünmeli.  [1] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2017, s. 1-2.

roman edebiyat toplum ilişki edebiyatatölyesi