ÖYKÜ/Tarçın kokusu

Selin Çağa
 Anılardan başka bir şey değiliz.
Bige Karasu
Doğal tuzdan yapılmış oda lambasının ışığında, pencere kenarında oturuyordu usul usul. Dalgalı bakır rengi saçları ışığın yansımasıyla turuncuya çalıyordu. Gözleri yine Saint Antuan Kilisesi’nin tuğla taşlarıyla örülü ön cephesinde takılı kalmıştı. Yuvarlağın içindeki oyma fgürleri inceliyordu. Oturduğu daire, kilisenin tam karşı sokağında yer alıyordu. İstiklal Caddesi’nin hengâmeli görüntüsünden çok az ötede, huzur bulduğu bir yuva olmuştu bu daire. Anne ve babasından koparak, onlardan bir bir ayrışarak, her şeyi göze alarak geldiği bir yerdeydi. Maaşının yarısı gidiyordu her ay ama yine de değdiğini düşündü Ela. Akşam uykusundan uyanıp hazırladığı sıcak şarabın tarçınlı kokusuyla Cuma gününün yorgunluğunu atıyordu üzerinden. “Karanfl ve portakalın kokusunu bastıran tarçın, bu gecenin kazananı olacak; çok belli,” dedi kendine. Gözlerini kilisenin görkemli görüntüsünden ayırarak kadehini cam kenarına bıraktı. Kalorifer peteğinde kuruyan yün çoraplarını ayağına geçirerek beyaz sandalyesinde kiliseyi seyre daldı yeniden. Cam kapaklı kitaplık, arkasının dönük olduğu duvarı neredeyse yukarıdan aşağıya kadar kaplıyordu: Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Lağımlaranası ya da Beyoğlu, BhagavadGita Tanrı’nın Şarkısı, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Le Malade Imaginaire, Korkuyu Beklerken ve Tutkulu Perçem. Orta rafa uzun süredir misafrlik edenlerden bazılarıydı bunlar. Önünden geçerken kitaplığa gözü iliştiğinde tebessüm edeceği kitapları en orta yere dizmişti. Ahşap boyamadan yapılan cilalanmış gülen kediyi de rafın tam orta yerine yerleştirmişti. İki camın orta yerinden kitaplığa giren tozlar Ela’yı hiç rahatsız etmezdi. Onu rahatsız edecek olan, tarçın kokusunun yitip gitmesiydi. Gecenin büyüsü evine yeniden girmişken, içinde o sıcaklığı hissetti Ela; kendine olan o dostça yakınlığı... “Yeter ki bir telefon çalmasın, kapıya vuran olmasın, çat kapı bir misafr gelmesin. Büyü bir an bile bozulmasın,” dedi içinden. Suskun bir hali vardı Ela’nın, biraz da kırgındı. İncinmeye izin verdiği için en çok da kendineydi bu kırgınlık. “Hemen öyle bir çırpıda geçer mi?” diye sordu kendine. “Geçseydi keşke. Ama ne mümkün…” Bir yaz günü gelen ayrılık, sakin ve sessiz gecelere tutsak etmişti onu. Olimpos’taki anılar canlandı durdu düşünde. Kadehinden yayılan tarçın kokusunu içine çeke çeke anımsadı o son günü. Bir huzursuzluk olmuştu oraya gittiklerinde. Öyle kolayca gitmedi hemen, ne Ela’nın ne de Barış’ın üzerinden... Uzun uzun sustular, olmadı. Konuştukları hiçbir şey anlam bulmadı o zaman. “Korkuyorsun. Sen korktukça ben de senin korkunu yaşıyorum. Seninle birlikte ben de korkuyorum. Oysaki sen yalnızca kendi korkundan sorumlusun, ben ise kendi korkumun…” demişti Ela. Susup öylece bakakalan Barış’ı izlemişti, gözlerine bakmıştı. Öpesi geldi gözkapaklarından ve bu korkuların buharlaşıp gideceğini bilse, razıydı çoktan. Ancak öyle olmadı. Birbirlerine bağlanırlarsa, özgürlüğünün ve güçlü kimliklerinin bir toz bulutu gibi dağılacağına inanıyordu Barış. Ela’nın korkusu ise kendi olamamaktı. Ona güç veren, kendine özgü nitelikleriydi çünkü ve o gün ilk defa kendini bir deniz kabuğunda gizlenmiş gibi hissetmişti. Barış’tan ayrı ama kendine yakındı… Uzun bir süre yalnız başına yüzdü denizde. Suyun üzerine bıraktı ince bedenini. Kamaşan gözleriyle güneşi seyretti, gözleri sulanana değin… Epeyce açıldı sonra. Güneşe doğru yüzdükçe içindeki gücü buluyor, kendine varıyordu. Sıcak şarabından bir yudum alan Ela, gözleri dolarak anımsıyordu bu anısını şimdi. Dönüş vakti geldiğinde, çıktıkları yol bir ayrım olmuştu onlar için. Yol boyunca sustular. Oysaki, duygu ve dü- şüncelerini, sözcüklerin sessizliğine bir bir dizmişlerdi uzun sıralı cümleler gibi. Arabanın camından dışarısını izleyen Ela, birden Barış’a dönerek, “görüşmeyelim artık,” dedi. Uzun bir sessizlik oldu yeniden. Müzik susmuyor, yol bitmiyordu. “Böyle olmasını istemezdim,” dedi Barış. Ela sustu. Yol bittiğinde, ayrılığın vakti kendi zamanında gece gibi inecekti yüzlerine nasılsa... Sıcak şarabı soğumuştu. Yudum yudum içti tüm kadehini. Gözlerini kapadı. Sakince akan nefesinin sesini dinledi bir süre. “Kendileri uğruna birbirlerinden vazgeçen iki insan ruhu…” dedi. Anıları tek bir cümleye sığacak kadar kısa ancak düşünde yeniden yaşayacak kadar da derindi. Hâlâ içindeki korkuyu tanımaya çalışıyordu. Tarçının kokusu her yerdeydi şimdi… Kadehinin bittiğini fark eden Ela, düşünceleriyle mutfağa doğru yöneldi. Zilin çalmasıyla anıları dağıldı dört bir yana. Artık toplaması imkânsızdı. Kimin geldiğini merak ediyordu. Koşar adımlarla kapıya doğru gitti ve yavaşça kapıyı araladı. “Hoş geldin Zeynep, girsene içeri.” “Ela, sana anlatacaklarım var. Neler oldu bir bilsen…” “Gel, konuşalım. Etraf biraz dağınık, kusura bakma."

gününöyküsü öykü edebiyat edebiyatatölyesi