Eskiden masumduk

Neslin Kızılkaya                              

Sabah erken saatte yola çıktık. Bizim emektar, zor nefes alıp verse de sırtlandı yine bizi. Arabamız koyu yeşil Murat 124.  Camları açtığımız gibi bazı yerleri kalkmış tavandaki deri kaplama, havayla dolup paraşüt gibi şişti. Biz arkada ayağa kalkıp boks maçı yaptık onunla. O zamanlar ne çocukların oturacağı koltuklar var, ne de emniyet kemeri takma bilinci. “Yine geç kaldık!” Ebeveynleri taarruza geçiren cümle de arabaya düşünce, kavga başladı.
 Bizim hiçbir şey umurumuzda değil. Yarın okul yok ve tatile girmişiz. Pazar gününün çocuk kalbimizdeki ağırlığı, sevimsizliği, yerini başıboş bir telaşa, hınzırca fikirlere, ödevsiz bir avareliğe bırakmış. Yıkanan çamaşırlar, ütülenen okul kıyafetleri yok; hadi ödevini bitir artık! diye biten cümlelere neşeyle el sallıyoruz. Uyku mahmurluğu üzerinde İstanbul, yavaşça kollarını kaldırmış esniyor. Biz ise, birbirimizi gıdıklayıp gülüyoruz.
 Evin içi tıka basa insan. Eller Rabbe açılmış, gidenin arkasından dualar okunuyor. Daha bir yıl bile olmadı babam öleli. Fırtınalı günler tam dinmişken, annemi ani kaybımız kasırganın gelişini müjdeliyor. Ferhat dişlerini bilemiş bile. İnsanlar gittiği gibi kanımızı emmeye hazır. Suna, her zamanki gibi diline buladığı zehri akıtacak.
Sobanın olduğu duvar tarafında, şimdilerde eski kıraathanelere özgü ahşap sandalyelerde komşular oturuyor. Çiçekli, pazen örtü serili divanda iki amca ayaklarını altına almış, huşu içinde duaya mırıltılarla eşlik ediyorlar. Dedem, yerdeki bir minderin üzerinde taşlaşmış bir heykel gibi boşluğa bakıyor. Yanına kısa bir süre önce yerleşen kızını çabucak kaybetmenin şokunu yaşıyor. Çocuklar koşturarak odaya dalıp, sehpanın üzerindeki helva tabaklarından alıp çıkıyorlar. Duvarda hafif yan duran bir çerçevedeki çocukluğumuz bana gülümsüyor. Bunalıyorum. Balkona zor atıyorum kendimi. Sarıya bulanmış doğayı seyre dalıyorum.
 Ferhat gıdıklanmaya bayılır. Suna bir taraftan, ben bir taraftan üstüne fazlaca abandık. Yüzü morarmaya başlayınca hızla kafama vurdu. “Zehra yeter!” Bize abla demez hiç. Büyükler kendi âlemlerindeler o sıra. Daha tartışma devam ediyor. “Bir kere de şu evden huzurla çıkalım” dedi annem. “Sen de bir kere beni şaşırt. Zamanında hazır ol!”
 “Anne acıktım!” diye bağırdı Ferhat. Annem, kucağındaki torbadan salçalı ekmekleri çıkarıp bize uzattı. Ferhat, mavi gözlerini kısıp gülümsedi. Onu sıkıştırıp sevmemek için kendimi zor tuttum. Güneşi saçlarına bulamış küçüğümüz, burnuna değen salçayı dilini yukarı doğru kaldırıp yalamaya çalıştıkça, biz de ona gülüp ardından aynı şeyi yapmaya koyulduk.
 Beş dakika geçmeden Ferhat da ardım sıra balkona geliyor. “Hemen şu miras işlerini halletmemiz lazım.”  Ağzımın kenarında pusuya yatmış onlarca sözü güçlükle durduruyorum. Sadece “Acele etme!” diyebiliyorum. “Tabii senin tuzun kuru. Sen burada öykülerini yazarken biz patrona meramımızı anlatmaya çalışalım.”  Suna, burun ucuna düşmüş gözlüğünü işaret parmağıyla yukarı kaldırırken yanımıza gelip, bizi inceliyor.  “Ne bakıyorsun öyle sinsi sinsi?” diye çıkışıyor Ferhat. “Ben yokken arsaları mı paylaşıyorsunuz diye bakıyorum.”
Kısa bir süre sonra çay içmek için durduk. Ferhat arabadan fırladı. O sıra büyük bir köpeğin kendisine koştuğunu, havladığını görünce aramıza dönüp,  elimizi tuttu. Suna’yla bana bakıp “Ablacığım elimi bırakmayın.” dedi. Şaşkındık. Küçük ağzının kenarında çiçekler açtı. Neşeyle ayaklarımızı değiştirme oyunu oynayıp sekerek yürüdük. Dünya kanatlanmış, üç küçük kuşun yüreği birbiri için atmıştı.
“Şu imalı laflarını kes artık!” diyor Ferhat. “Niye? Satıp yediklerin yetmedi, şimdi de kalanları alma derdindesin. Düş artık yakamızdan!” diye bağırıyor Suna. Soğuk diyarların rüzgârı yine aramızda esiyor. Hızlıca kapıyı kapatıyorum. “Cenaze daha yeni kalktı. Şu halimize bak. Annem bizim yüzümüzden köye kaçtı. Ne kadar haklıymış.”
“Ay kraliçemiz konuştu. Hadi sarı saçlarını savur. Güzelim mavi gözlerini aç. Zengin kocanı ara da koşup seni alsın.” diyor Suna sesini inceltip, kinayeyle ağzını burnunu buruşturarak.
Birkaç defa daha mola verip durduktan sonra, Akdeniz’in koynuna sığınmış, yeşilin maviye karıştığı dağ köyüne geldiğimizde gözlerimiz yıldız gibi parlıyordu. Dedem ve ninemin koynunda iki gün yattık.
 Bizim alacalı doğurmuştu. Ferhat, oğlakları koltuk altlarına alıp, köyün taşlık yollarında koşturup durdu, biz de arkasından. Dev çınarın altında sincapların çıkmasını bekledik, topaç çevirdik, solucan çıkardık, kıyafetlerimizle dereye atladık. Kalbimize bir sevgi ölçer koyulsaydı eğer, yeryüzün en mutlu çocukları olduğumuza yemin edebilirdik.
“Tamam. Ne istiyorsanız o olsun.” diyorum usulca.
Bir kuş ötüyor uzaklarda, belleklerimizden çoktan silinmiş geçmiş zamanı hatırlatırcasına. Boğazımızda buruk bir tat, aramızda arşınlarca oluşmuş uzaklık. Karşımdaki asırlık çınarın dibinde neşeyle birbirine sarılmış, uçuşan saçlarıyla dünyaya meydan okuyan masum üç çocuk görüyorum o sıra. Henüz kalplerine kıymık batmamış, yok pahasına sevgileri tükenmemiş.
    
                                                                                           
    
    
    
 
   
 

sizdengelenler gününöyküsü edebiyatatölyesidergis