ÖYKÜ/Günebakan mavilik

Merve Yıldız 

Her sabah günebakanların huzu runda uyanmak, taç yaprakların sarısında günün sıcaklığını hissetmemi sağlıyordu. Müstakil bir evde, günebakanlara iki yüz metre yakınlıkta oturmanın verdiği sessiz çığlığın etkisi yıllarla beraber kalbimize tesir etti. Bugün şehrin kuru kalabalığından kopalı ve sıcak sarılara sarılalı on yıl oldu. On yıl ile sessiz çığlık, ilmek ilmek içimize işledi. Yeni evimize taşındıktan birkaç ay sonra eşim “Firuzan, gözlerinin mavisi sarıya çalar oldu.” demişti. O gün, yeni evimizin ruhumuza sineceğini anlamıştım. Günün müphem anı, uyandığım andan ibarettir. Karanlığın aydınlıkla el değiştirmesine tanık olmak kadar içime umuttan kedere her duyguyu sığdıran bir an daha olmadı. Bu sabah da diğer sabahlar gibi Nihat’tan evvel uyandım. Çay suyunu koydum. Sonbaharın yinelenme arzusunu kendimde buldum. Geçen kış ördüğüm bebek mavisi şalımı kollarıma sardım. Her şey olması gerektiği gibiydi. Nihat topuklarını yere vurarak evin içindeki sessizliğe karşı duruyordu. Karşılık beklercesine göz teması kurma çabasıyla “Günaydın.” dedim. Kalın ses tonu, ağır bir yükün altında kalmışçasına, “Günaydın Firuzan.” diye karşılık verdi. Cıvıltıdan uzak olan ses rengine alışmıştım. Halbuki sesinin ulaşılmaz mertebelerdeki derin yankısına aşık olmuştum. Zaman ve değişim, birbirinden habersiz iki aşık belli ki. Onlarla savaşamazdım. Nihat, yumuşak beyaz peynirini küçük bir tabağa koydu. Bir yandan da kahvesini hazırladı, televizyonun başına geçti ve sabah gazetedeki haberleri inceleyen programlara yaklaşık üç saatini ayırdı. Ben ise demlenen çayımı keyifle yudumladım. Günebakanlarımın bakım vakitleri geldi ve hemen işe koyuldum. Yirmi dakika geçmeden bir kırmızı araba bizim tarlanın önünde durdu. Arabanın aynalarında beyaz şallar rastgele bağlanmış, uçuşuyorlardı. Arabanın içinden ağzı kulaklarında altı yedi yaşlarında bir kız çocuğu indi, günebakanların her birine yakından bakma coşkusuyla bana doğru koşmaya başladı. Arkasından kızın annesi “Seraa kızım yavaş ol düşeceksin!” diye seslendi. Kızın babası ise yüzünde tatlı bir tebessümle eşinin elini tuttu ve kızlarının peşinden yürümeye başladılar. Sera’yı izlerken gülümsediğimi fark edince afalladım fakat bozuntuya vermemeye çalışırken Sera sevinçle: “Bu çiçekler sizin mi?” diye sordu. “Evet, ben bakıyorum bu çiçeklere. Sevdin mi?” “Evet çok güzeller. İsmi ayçiçeği değil mi?” “Evet ama birçok ismi var: günebakan, gündöndü, günçiçeği, günaşık. Ben genellikle günebakan diyorum.” “Çok güzeller. Burada günebakanlar ile oynayan arkadaş yok mu hiç?” Ne diyeceğimi bilemedim adeta nutkum tutuldu. Neyse ki annesi ve babası konuşmaya başladılar. Meğerse bir düğüne gidiyorlarmış fakat yollarını şaşırmışlar. Sera günebakanları görünce heyecanlanmış ve yakından görmek istemiş. Ardından fotoğraflarını çekmemi rica ettiler. Sera benimle de fotoğraf çekilmek istedi. Meğerse beni, okuduğu masaldaki kahraman çiçekçiye benzetmiş. Kalbim, belli belirsiz bir duyguya kavuşma arzusuyla doldu. Bizim caddeden ayda yılda bir araba geçerdi ve her araba da durmazdı. On yıldır burada oturmama rağmen ilk defa günebakanlarıma duyduğum sevgiyi, Sera’nın gözlerinde görebildim. Yaklaşık beş dakikada tarifsiz bir an yaşadım. Nihat’ın yanına hızlıca gittim ve Sera’yı anlatmak istedim, heyecanla eve girdim, salonda kanepenin üzerinde uzanıyordu. Kapıdan içeri girer girmez göz göze geldik ve Nihat yüzünü aniden televizyona çevirdi. Anlatmak istediğim her şey içimdeki kapana kısıldı. Akşam oldu ve tek kelime etmeden mutfakta yemek yedik. Yemek yerken de düşündüm, yemekten sonra da. Daha önce hiç tanışmadığım duygular, bugün kalbimde bir darbeyle yer edindi. Yatağa girdim. Gözlerimi kapadım. Sera’nın açık mavi gözlerinin sarıya çalışını, göz kapaklarıma sakladım.

öykü gününöyküsü edebiyat edebiyatatölyesi