Kare

Poşetin içerisindeler. Kafamı gökyüzüne kaldırıyorum. Ay yok bu gece. Perdelerin arasından süzülüp geceye karışan ışıklar da yok. Pantolonumun sağ cebinden telefonumu çıkarıp fenerini yakıyorum. Artık iki kişiyiz: Gölgem ve ben. Adımlarımı hızlandırıyorum. Ayakkabılarımın altında kımıldayan yumuşamış toprağın sesi dışında ses yok. Poşettekileri gömeceğim yere gelene kadar yürüyorum. Durup etrafı kontrol ediyorum önce. Aceleyle eğilip, toprağı kazmaya başlıyorum. Bu sabahki yağmur iyice yumuşatmış toprağı. Pelte gibi, küreğin üzerinden kayıyor çamurlar. Kazdıkça, topraksız çırılçıplak kalan solucanlarla doluyor çukur. Fenerin ışığında büzülüp uzayarak dans ediyorlar. Poşetin içindekileri hızlıca çukurun içine atıp, kapatıyorum üzerini. Küreğin sırtıyla toprağı düzeltiyorum. Sonra mezuramı ve taşlarımı çıkartıyorum. Bir önceki taşların bitiminden itibaren on iki santim sayarak yeni taşları yerleştiriyorum. Tamamlanan bir kare daha. 
Eve geri dönüyorum. İlk iş, pencereleri ve perdeleri kapatıyorum. Bu işi yaptığım gecelerde, en uzaktaki siren sesleri bile aralık bulduğu ilk boşluktan girerler evin içine. Bir türlü rahat vermezler bana. Tüm gece yatakta dönüp dururum. O yüzden, ertesi gün çalışmam. Şehirin sesi arttıkça, benim de korkularım gürültülere karışır. Uyuyarak geçiririm tüm günü. Nasıl yakalanmadım sanıyorsunuz bunca yıl. Kurallar ve düzen önemli. Yorgunken, sarhoşken, üzgünken ve kızgınken çalışmam. Masanın üzerinde duran paketten bir sigara çıkarıp yakıyorum. Derin bir nefes alıp, odaya salıyorum dumanı. Nasıl olduysa annem gelip oturuyor yanımdaki sandalyeye.
“Gelmişsin“ diyorum.“ Dizimi okşuyor. “O gün, daha farklı olabilirdi her şey. Çok uğraşmıştım doğrusunu yapmak için.” “Biliyorum,” diyor gülümseyerek. İlkokulda herkes soruların çözümlerini kalkıp öğretmene gösterirdi. Öğretmen masasının önünde, defterleri elinde bekleyen uzun bir öğrenci kuyruğu olurdu. Doğru yapanlar tahtanın önüne, yapamayanlar gerisin geri sıralarına. “Şansa bak! O gün de herkesin kolayca yaptığı soruya denk geldik iyi mi!” Tahtanın önünde bekleyen arkadaşlarım çoğaldıkça telaşa kapılıyorum. Çizgilerim birbirine karışıyor. Yine de bir umut, defterimi alıp gösteriyorum öğretmenime. “Evladım, olmuş mu bu? Kare çizeceksin, alt tarafı dört tane düz çizgi.” Birkaç denemem daha oluyor. Her seferinde, “Olmamış bu” deyip geri yolluyor beni sırama. Benim dışımdaki herkes tahtanın önünde. Bir ben oturuyorum sırada. Bir ben alkışlıyorum tüm sınıfı. Ben. Alkış. Kare. Annem tekrar sıvazlıyor dizlerimi. Ne iyi geliyor. Sigaram bitiyor. Duman bitiyor. Annem kayboluyor. 
Kaç gün geçti. Çıkmadım evden. Uyuyamıyorum. Ama sağolsun, annem geliyor sık sık yanıma. O da olmasa… Dizlerimi öyle şevkatle sıvazlıyor ki, dertlerim topyekûn silinip gidiyor. “Bugün işe gitmedim anne. Yorgunum çok.” “Dinlen oğlum, iyi olmuş,” diyor. Neyse ki sadece annem geliyor. Babam gelmiş olsa kafamın arkasına bir tokat atar. “Hem okumayacaksın, hem de evde mi pinekleceksin, deyyus” derdi. Demişti de. O kare olmasaydı. Öğretmen çok kızmıştı bana. Annemi çağırdı okula. 
Geldi annem. Müdürün odasında. İçeride. Ben koridorda kapının önünde bekliyorum. Uzun koridor. Dikdörtgen. Aralık kapıdan dışarı sızıyor kelimeleri. “Yapamıyor. Özel eğitim veren bir yere gitmesi lazım,” diyor. Bekliyorum. “Olur mu hiç, çalışır yapar” demesini. Başka ses gelmiyor içerden. Annem yol boyu ağlıyor. Eve gidiyoruz. El ele. Babamla konuşuyorlar. Babam kafama bir tane tokat atıyor. Zaten normal eğitimi bile istemeyen babam özel  eğitime hepten karşı çıkıyor. O hafta mahallemizdeki berberin yanına çırak olarak veriliyorum. “Boşver şimdi bunları, bak geç oldu. Git yat,” diyor annem. 
Sabah oldu. Annem yok ortalarda. Seslendim kaç kere. Gelmemiş daha. Biliyorum, bugün işe gidiyorum diye kızgın bana. Benim iş yerim, otobüsler. Çok erken saatte başlamam işe. Erken saatte yola çıkanlar: işlerini son ana bırakmayan, dikkatli insanlar. Onlar olmaz. O yüzden, otobüse erken binsem de beklerim. İnsanlar birbirine sürtünmeden ilerleyemeyecek kadar dolunca otobüs, benim işim başlar. Koşarak otobüse yetişenler, çantalarında aradıklarını bir türlü bulamayanlar, sarhoşlar en kolaylarıdır. Çocuklu kadınlar da var. Hele bir de, çocuk ağlarsa. Ama onlar olmaz. Benim de kendime göre kurallarım var. Onlara hayatta dokunmam. Bir de yaşlı olanlara. Annem. Keşke gelseydi sabah.  
Otobüs keskin bir fren yapıyor. İnsanlar sokuluyorlar birbirlerine. Yanımdaki kadın kucağında çocuğuyla üzerime devriliyor. Sonra çantasından yere düşürüyor onu. “Yere düştü,” demek istiyorum. Sesim çıkmıyor. Söylenmeye başlıyor kadın. “Bu kadar insanı doldurup, bir de hızlı gidiyorsunuz.” Etraftan onaylayan homurtular yükseliyor. Suçluluk hisseden bir genç, yer veriyor. O koltuğa ilerliyor kadın. Elimde cüzdan. Dikdörtgen. Uzun kenar. Uzun. Uzun koridor. Kare. 
Bir çığlıkla kendime geliyorum. “Hırsız var,” diye bağırıyor kadın. Ben daha ne olduğunu anlamadan tekmelemeye başlıyorlar. Sonra siren sesi çınlıyor kulaklarımda. Polis sorular sorup elindeki kağıda bir şeyler yazıyor. “Adresin ne?” Söylüyorum. “Daire numaran ne? Sana diyorum. Duymadın mı beni?” “On iki,” diyorum cılız bir sesle. Sonra çiş ve küf kokusu geliyor burnuma. Ekşi. Nezaretteyim. Boş banka doğru gidip, oturuyorum. Ellerimi yüzüme kapatıp öne doğru eğiliyorum. Çok geçmeden yanıma biri gelip oturuyor. Avuçlarımı aralayıp kafamı ona doğru çeviriyorum. O. Burda. Annem de gelmiş. Dudaklarını büzüp kollarını birbirine kavuşturarak kafasını diğer yana çeviriyor. Küsmüş.