ÖYKÜ/Hande Aksoy yazdı... Yosun Duvar

Hande Aksoy

Dereboyu Caddesi’ni dikleme sine kesen, uzun yokuşun tepesindeki eski, ahşap bir evin bodrum katında geçmişti yıllarımız. Yani, son yirmi yılımız. Az da değilmiş hani. Düşününce ömrümün yaklaşık üçte biri. Aslında ev sahibinin kışlık odunlarını yığmak için kullandığı alan, sonradan yuvamız olmuştu. Soğuk havanın, giysilerimizden sızıp bedenimizi tekmelediği bir gün eşimle kala kalmıştık sokağın ortasında. Ev sahibinin acımasızlığı değil de hiç sesi soluğu çıkmayan ahbaplarının vefasızlığı daha ağır gelmişti, yorgun kalbime. Sokakta, kiralık bir ev bulma umuduyla dolanırlarken, kapısının önünü temizleyen Berceste ile denk gelmiştik. Gönülden gönüle akan, tatlı bir bağdı bizimkisi. Dostluğumuz, komşuluğumuz, yarenliğimiz baki kalmıştı. Verdiği her nefesi sayan ve asla da torpili olmayan hayat; Berceste’nin varlığına, yetmiş üç yılı, uygun görmüştü. Dostumuzu uğurladıktan sonra rahmetlinin çocuklarını zor durumda bırakmamak adına yine düşmüştük yollara. Altmış beş yıllık ömrümü, doksan beş yıllık yaşadım. Sadece ruhumla değil tüm bedenimle yüz yaşıma merdiveni dayadım. Hayat, tersten akmaya başlayana kadar gayet havalıyken ailecek edamız; bir anda tüyden daha kıla dönememiş bıyıklarımla hamallık yapmaya başlamıştım. O gün bugündür, didinmenin hakkını vermem gerekircesine debelenip dururum. Son zamanlarda mendil satar olmuştum. Bildiğimiz kağıt mendil. İlk günler içime konuşurdum. Alır mısınız? Kağıt… Mendil… Baktım kendimden başka alan çıkmayacak, başladım tiz sesimle bağrınmaya. Utandım, sıkıldım ama devam ettim. Kendimi bıraksa mıydım acaba? Yok ya, yapamazdım. Nimet’e nasıl kıyardım? Yorgundum, yoksundum, yoksuldum. Hepsi fazla geliyordu. Nimet, benden duymuş olma ama biz yenildik. Öyle centilmence bir, iki sıfır da değil. Hunharca yenildik. Bu yenilgiyi kabul mu etsek acaba? Son düzlükte yakaladığımız şans da Berceste ile gitti. İki gündür, en son ne zaman yemek yedik, hatırlıyor musun? Kırk kiloluk haliyle orta yaşlı bir kız çocuğu gibi duran Nimet, Kadıköy İskelesi’ne yanaşan vapurun manevralarını, büyük bir ilgiyle izliyordu. Birden kolumu sıkıca kavradı. “Baksana Ender! Deniz, üzerinde kimseyi istemiyor gibi. Nasıl da homur homur söyleniyor.” “Nereden çıkardın şimdi bunu?” “Köpürdü; görmüyor musun? Kızma bana da babana benzemiyor mu?” Nimet’in gülümsemesi hoşuma gitmişti gitmesine ama geçmiş, geçemiyormuş işte. İsmet Bey, fötr şapkasız Beyoğlu’na inmeyenlerin döneminde yaşamış, zamanının flintalarından biriydi. Yakışıklı sıfatının ardında nice gamsızlık, gaddarlık barındırmış; herkesin babası olup tek evladı olan bendenizin babası olamamış bir adamdı. Ona olan öfemden midir, nedir, bilinmez; ben de baba olamamıştım. Fiziki olarak yani. Sorun, hangimizdeydi hiç bilemedik; belki de bilmek istemedik. Hiç konuşulmamış bir konu olarak kaldı aramızda. Haydarpaşa’ya yürüyüp trene bindik. Pendik’teki kilisenin sokağında kullanılmayan bir ev varmış. Ev değil de oda. Berceste, daha yıllar evvel söylemişti. Çok rutubetli olduğundan kıyıp gönderememişti bizi. Bir anahtar tutuşturmuştu elimize, bir gece vakti. Gideceğini anlamış mıydı? Trenden inip yürümeye başladık. Tarife göre kilisenin yanındaki kiremit renkli evin bahçesinden geçip arkasından müştemilatı bulduk. Öğleni biraz geçmişti. Belki Nimet evle ilgilenirken mendilleri satmak için bir yer bulabilirim. Yine aynı şeyi yaptım. Yine bir umudun elinden tuttum. Kilisenin duvarı ile dört katlı binanın arasına sıkışmış köhne yerin kapısını açtığımız gibi gerçekler karşıladı bizi. Örümcekler “hoş geldiniz” derken ağlarına takılan ne olduğu belli olmayan böcekleri, özenle sıkıştırıyorlardı. Köşedeki koyu renk kanepenin üstündeki tozlar kalkıp yer vermek istedilerse de bu haliyle pek mümkünmüş gibi durmuyordu. Ya o koku? Keskin bir küf kokusu. Genzi yakmakla kalmayıp “burada nasıl yaşayacaksın?” sorusuyla gırtlağını sıkı sıkı sarmalayan koku. İçeride tuvalet olduğuna sevinen Nimet’i orada bırakıp dışarı çıktım. Biraz önce elimi tutan umudu bir bulabilsem… Ah, ona ne yapacağımı biliyorum da kaçtı; gitti işte, şerefsiz. Yol boyunca bırakmadığım, tek sermayem olan mendil poşetimle yürüyorum. Havanın kararmasına daha vakit var. Haff serinlik de çöktü. Burnu akmaya başlayan hazırlıksız insanları yakalama ihtimalimi takip ediyorum. Alt geçidi görünce sevindim. Poşetimden çıkardığım el yapımı oturağımı köşeye koyup kendime yer açtım. İki saat geçti ama sadece iki mendil satabildim. Açlıktan mıdır, yorgunluktan mıdır, içim bir garip. Beton duvara yaslandım. Haff bir ıslaklık hissettim. Kafamı kaldırdığım gibi duvardaki yosunla göz göze geldim. Bildiğin yemyeşil bir yosun. Üstü kadifemsi. Neyse, başım acımıyor en azından. Yumuşak yumuşak. Gözlerim kapanıyor. Uykum mu geldi? Eve gitsem ya? Nimet yalnız. Kalkacak halim yok. Nefes alamıyorum sanki. Neler oluyor? A, babam değil mi o?

gününöyküsü öykü edebiyat