ÖYKÜ/Berna Kurtuluş yazdı... Bir küçük ölüm hikâyesi

Berna Kurtuluş
Üşüyorum. O kadar çok üşüyorum ki hiçbir yorgan, hiçbir soba, hiçbir güneş ısıtamaz beni. Yüzümün sağ tarafı zonkluyor. Ellerim yüzüme bile gidemeyecek kadar titriyor. O kadar şiş ki. Dokunmam lazım. Anlamam lazım. Yapamıyorum. Gecenin sessizliğinde, sağlı sollu park etmiş arabaların arasından sadece tek bir aracın geçebileceği genişlikteki daracık sokağın sol tarafında park edilmiş arabamın sağ koltuğunda kendimi ısıtmak için bacaklarımı olabildiğince karnıma çekmiş, titreyen ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırmış, ağrıyan başımı dizlerimin üstüne koymuş bekliyorum. Evimin sadece on metre uzağındayım. Işıklar yanık gözümün ucuyla görüyorum. Annem uyumamış. Babam öldü on beş gün önce. Öyle gripten birdenbire. On beş gündür annem hiç uyumuyor. Zaten beni bekliyordur şimdi. Merak etmiştir. On beş gündür ilk defa dışarı çıktım ben bu gece. Üzerimde hala ölüm kokusu var; giysilerim sırılsıklam. Pantolonum çamur içinde. Saçlarım hem ıslak hem de çamurlu. Müzik çalıyor. Ben açmadım müziği. Çok kısık. Belli belirsiz. Çok yağmur yağıyor. İnsem eve gitsem. Gücüm yok. Çok ağladım. Gözlerim kapanıyor. Kısacık rahatsız anlık bir rüyaya dalıyorum.

Ütü yapmayı çok severim. Ütü yapıyorum rüyamda. Entelektüel dünyama hiç uymayan bol gözyaşı dolu bir Türk dizisi var televizyonda. Hem izliyorum, hem Orhan’ın gömleğini ütülüyorum. Açılan her kırışıklıkta haz duyuyorum. Çok seviyorum ütü yapmayı. Kırışıklıkların elimin altında dümdüz olduğunu görmeyi seviyorum. Ben düzelttim bak diyorum kendime. Orhan bak gömleğin dümdüz oldu. Yepyeni oldu. Hem lekesiz hem kırışıksız.

Çok kısa sürdü uyku. Dipsiz sonsuz bir baş ağrısı var. Kafamı dizimden kaldıramıyorum. Orhan gitti. Beni burada bıraktı gitti. Eve bıraktı. Arabanın anahtarı üstünde. Sadece yarım saat önce burdaydı oysa yanımda. Dört yıldır tanıdığımı sandığım Orhan değildi ama o. Dört yıldır kulağına hayatı fısıldadığım, yaşamayı öğrettiğim, her şeyimi verdiğim adam değildi sanki. Bilmiyorum. Düşünemiyorum

On beş gün önce babam öldü. Tam iki gün iki gece yoğun bakımda kaldı. Günün doğmasına bir iki saat kala öldü babam. Elini tutup veda ettikten tam üç saat sonra öldü. Ben Orhan’ı aradım. “Babam öldü” dedim. “Bolu’dayım biliyorsun. Deplasman. Çok önemli.” dedi. Boşluk oldu. “Orhan” dedim “babam öldü.” “Maç bitsin. Takımla döneceğim. Hemen gelirim.” dedi. Boşluk oldu. Dolmadı. İki gün iki gecedir üzerimdeki ölüm korkusunu atacağı duygusuna kapıldığım için on dakikada bir avuçlarıma boca ettiğim hastane dezenfektanı kokusu birden midemi bulandırdı. Yoğun bakım ünitesinin önündeki ölüme tezat kıpkırmızı ve yumuşacık koltuğa çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlayan annemin, zor zamanlarda yüzüne oturan onlarca tikiyle baş başa kendine bir şeyler mırıldanan ablamın yanından hızla geçtim, tuvalete gittim. Kustum. Orhan’ı aradım. Bitti dedim. Konuşuruz dedi. Boşluk oldu. Telefonu kapadım.

On beş gün onu hiç görmedim. Sürekli çalan telefonlara hiç cevap vermedim. En yakın arkadaşımla seviştiğini öğrendiğimde affetmiştim. Hem onu hem Aylin’i. Öğrenir demiştim. İnsan ihanet etmemeyi öğrenir mi. Yalan söylediğinde hep affetmiştim. Affedilen öğrenir demiştim. Sevgi öğretir. Sevmek yeter. Her affettiğimde bana hediyeler almıştı. Gömlek giymeyi severdim ya hep gömlek alırdı. Ben Pazar sabahları gömlek ütülerdim en çok. Makinenin buruşturduğu gömlekleri bir buhar darbesiyle açardım. O sabah en sevdiğim kırmızı gömleğimi ütüledim. Pazar değildi. Gömleği Orhan almamıştı. Ben akşam çalıştığım üniversitenin bahar şenliğine gidecektim. Babamı unutacaktım bir kaç saatliğine. Orhan’ı unutacaktım. Aylin’den sonra Merve’yle bana ihanet ettiğini yeni öğrenmiştim. Merve de yakın arkadaşımdı. Babamın yedi mevlidinde Orhan’ın en yakın arkadaşı Mehmet anlatmıştı. Benim doğum günümden beri beraberlerdi. Helva yemiştik. Unutacaktım. Orhan’ı. Merve’yi. Yarım saat. Bir saat.

Üniversitenin bahçesi mis gibi çimen kokuyordu. Eğlenen insanların içinde olmak, bir şişe bira içmek, sahnede canlı performans yapan Serdar Ortaç’ın saçma sapan şarkılarını dinlemek güzeldi. Mesaj geldi. Orhan’ın mesajı:

“ Burada olduğunu biliyorum. Hukuk fakültesinin önüne gel. Yoksa arabanın yanında otoparkta beklerim. Bu akşam seni göreceğim” yazdı ekranda.

“ Sakın gitme” dedi Sibel. Sibel çok ısrar etmişti de gelmiştim

“ Beş dakika” dedim. “Gelmezsem siz gelin beni alın”.

Kimse bana dur diyemeden koştum hukuk fakültesinin önüne. Havuz vardı tam ortada. Sağda Eğitim Bilimleri Fakültesi solda Hukuk tam karşıda Güzel Sanatlar. Ortada kocaman bir süs havuzu. Orada oturuyordu Orhan.

 İnsan ölümü düzeltebilir mi? Bir ütü darbesiyle, bir sıkımlık buharla tüm kötülükleri yok edebilir mi? Kabil’i kurtarabilir mi mesela insan cezadan. Elinden tutabilir mi?
“Nasılsın” dedi.
“İyiyim” dedim.
“Barışacağız biliyorsun” dedi.
“Hayır”, dedim.  “Bitti”
Ben artık çavdar tarlasında koşturan çocuk değilim dedim.

Kolumu sıkı sıkı tuttu. Nefesi içki kokuyordu. Gözlerinde derin bir kuyu gördüm; yağmur başladı birden. Çok yağmur,
“Barışacaksın benimle” dedi.
Gözünün içine baktım. En derin yerine.

Asla dedim.
Sımsıkı tuttuğu kolumu iyice sıktı. Hızla zaman durdu. Kafamı hukuk fakültesinin duvarına hızla çarptığımda babam geçti gözümün önünden. Elinde bir bavul vardı. Benim mezarımın başındaydı. Gülümsedi babam. Yüzümde acı hissettim o an. Gülümsemek istedim. Gülümseyemedim. Tüm öfkesi yumruğundan yüzüme geçmişti. Yüzüm parça parça mıydı? Baba dedim. Elimi uzattım. Sürünerek babama gitmek istiyordum. Hemen oradaydı merdivenler. Çok yağmur yağıyordu. Merdivenlere ulaşsam babamı bulur muydum? Sonra kendimi merdivenlerden aşağıya sürüklenir buldum. Babam yoktu. Kolumdan çekiyordu. Okulun arkasındaki ormanlık alana doğru sürükleyerek beni götüren Orhan’ın sözleri yağmurla birlikte kulaklarımın içine doluyordu. Küfür etmek düzeltilebilir mi baba? Belki kim bilir.  Bir an bir saniye boşluk oldu. Fırladım. Hızla koştum. İki kez tökezledim ama düşmedim. Yokuşta kimsecikler yoktu. Herkes hala Serdar Ortaç dinliyordu. Sibel gelmemişti. Arabaya doğru koştum. Anahtar cebimden düşmemişti. Kapıyı açmaya çalışırken belime sarıldı. Sertçe. Gir içeri dedi. 

Arabanın içine itti beni. Direksiyona geçti. Müzik açmıştı. 2000 model Opel Astra en fazla kaç kilometre hızla gidebilir. 180? 200? Annemi duyuyordum: “Ben bu sıkıntılara gelemem. Bana anlatma. Beni üzmeye ne hakkın var. Ah annem seni üzer miyim ben. Kimseyi üzmemeliyim. Varsın ben üzüleyim. Sen üzülme. Orhan üzülmesin. Aylin üzülmesin. Merve üzülmesin. Sibel bile üzülmesin.”

Moda’dayız. Denize bakıyor arabayı park ettiği yer. Götür beni diyorum. Ağlıyorum galiba. Ben hiç gitmek istemem ki oysa. Hiç gitmemiştim şimdiye kadar. Öpmeye çalışıyor beni, midem bulanıyor. Yüzüm şiş. Dudaklarım hissiz. Zorla öpüyor. İnsan kendisini öpen birinin ağzının içine kusar mı? Kusmuyorum. Elleri vücudumda. Araba küçük. Çok küçük. İnsan içinde biri varken ölür mü. Yaşam verme anında ölüme yürür mü?

“Giy pantolonunu” diyor hiçbir şey olmamış gibi. O ölmemiş, Ellerim titriyor. Yardım ediyor giyinmeme. Bacaklarımı karnıma çekiyorum, Başımı dizime gömüyorum. Hiç konuşmuyor. Evin önüne geldik.
“Ben gidiyorum” dedi.
Konuşamadım.
Gitmiş.
Hafif bir müzik sesi geliyor kulağıma.
Evin ışığını görüyorum
Annem uyumamış.
Babam orada; elinde bavulu. El sallıyor
Gülümsüyorum
Arabadan iniyorum. 
Eve gidip anneme bir hikâye anlatacağım.
Annem üzülmesin.
Orhan’ı şikâyet etmeyeceğim.
Kimse üzülmesin.
Kırmızı gömleğim çamurlandı. Yıkayayım. Sabah ütülerim.

 

 

edebiyatatölyesidergisi sizdengelenler öykü gününöyküsü