ÖYKÜ/Sessiz konağın hazineleri

Aynil Yüksel
Orhanoğlu ailesinin pek soylu bireyleri uzun zamandır ilk kez bir aradaydı bu Pazar öğleden sonrasında. Bankacı Nihat Bey, bir müşterisinden aldığı önemli bir bilgiyi paylaşacaktı birazdan. Havadan sudan, en son yapılan tatillerden, yeni açılan balık restoranının muhteşem mezelerinden, çocukların piyano derslerinden bahsedildikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Şakaklarındaki saçları kırlaşmış adam boğazını temizledi, düşünceli bir ifadeyle başladı konuşmaya. Orta yaşlı kadınlar ve adamlardan oluşan toplulukta, kibirli bir şaşkınlık yarattı anlattıkları. Ne de olsa birkaç yıl önce yine kendi aralarında hararetli tartışmalar sonunda oy birliğiyle bir karara bağladıkları konu yeniden gündeme geliyordu.
                                                                   •••
Bir hayli zamandır hiç kimse girmemişti bu naftalin kokulu salona. Eşyalar bir moda dergisinin çekimine hazırlanmış gibi muntazam duruyordu. Yalnızca yılların biriktirdiği toz zerreleri üzerlerini beyaz bir tül gibi kaplamıştı. Kırmızı kadife koltuklar soluk kahverengimsi, lacivertli bordolu ipek halılar donuk gri bir renk almıştı. Şimdi ölü kadar sessiz ve ruhsuz görünen bu yerde, bir zamanlar şen kahkahaların yükseldiği, altın varaklı aynalarının önünde birbirinden şık kadınların burunlarını pudraladığı kimin aklına gelirdi? Ve perdeler… Öyle sıkı kapatılmıştı ki, dışarıda güneşin her sabah doğup doğmadığı konusunda şüpheye düşebilirdiniz. Değerli kristal vazolar, bunca yıldır içlerine konacak mis kokulu taptaze çiçeklerin özlemiyle nafile bekleyip durmuşlar; mermer sehpalar ise üzerlerine zengin bir adamın viski bardağını bırakmasını özlemişlerdi. Cemiyetin en gizli dedikoduları şu köşedeki fiskos takımında alınıp verilmişti. Şimdilerde yorgun görünen bu eski köşk, o yıllarda, birbirinden değerli eşyalarıyla hayranlık uyandıran, İstanbul’un köklü ailelerinden Orhanoğluların üç nesil bir arada yaşadıkları, dönemin en şaşaalı konaklarından biriydi. Ağır ferforje kapısından girdikten sonra sağlı sollu ulu çam ağaçlarının gölgelediği yürüyüş yolu, tamamen simetri içinden düzenlenmiş geniş bahçe, nilüferler ve kırmızı süs balıklarıyla renklenmiş fıskiyeli havuz ve göz alabildiğine uzanan rengarenk bakımlı çiçekler, birazdan içeride göreceğiniz zenginliğin habercisi gibiydi. Sosyetenin pek çok genci, burada yapılan görkemli balolarda ilk kez göz göze gelmişler, belki şu kuytu çardakta kimselere fark ettirmeden birbirlerine isimlerini fısıldamışlardı. Yüksek kapıdan girip evin içinde birkaç adım attığınızda, binanın yaşayan bir ruhu olduğunu hissederdiniz. Her adımda gıcırdayan ahşap zemin, tahtaların esneyip genleşmesiyle arada sırada çıkan tak tuk sesler ürpertiye benzer bir duygu yaratırdı. Ama o şaşalı günlerin üzerinden yıllar yıllar geçmiş, nesiller nesiller bu yaşlı köşke yabancı kalmıştı. Artık kimse duvarlardan gelen seslere kulak vermiyor, ana kucağı gibi kendilerini sarmalayan bu koridorlarda hiçbir çocuk koşuşturmuyordu. Bugün sessiz konakta alışılmışın dışında bir şeyler olacaktı. Yıllardır gün ışığı görmemiş bu eşyalara tabir yerindeyse görücü geliyordu. Bilirkişiler, kocaman büyüteçleri, hassas ölçümler yapan aletleriyle tozlu yüzeylerini inceleyecek; onlara kıymet biçip; üzerlerine etiketler yapıştıracaklardı. Heybetli duruşuyla gören herkesin neredeyse karşısında saygıyla eğildiği, konağın şüphesiz en değerli antikası için de hüzünlü bir gündü. Çok uzun yıllardır bakımı yapılmadığından, önceleri teklemeye biraz geri kalmaya başlamış; son senelerde ise akrep ve yelkovanı ayarsız bir yerlerde takılıp kalmış artık zamanı göstermeyi bırakmıştı ve galiba şimdi bu duvardaki günlerinin sonuna gelmişti. Oysaki döneminde ailenin süregiden günlük yaşamına, çocukların büyümesine, gençlerin olgunlaşmasına ve nihayet büyüklerinin birer birer bu dünyadan ayrılışına şahitlik etmişti. Neredeyse binanın inşa edildiği ilk günden beri aynı duvarda asılı duruyordu. Belli aralıklarla önemli ustalar gelip bakımını yapmışlar, onu ilk günkü gibi işler halde kalabilmesi için parçalarını en ince ayrıntılarına kadar tek tek elden geçirmişlerdi. Zaman zaman köşke gelen yabancı konuklar bu görkemli antikayı kendi koleksiyonlarına katabilmek için aileye akla hayale sığmayacak büyük tekliflerde bulunmuşlarsa da ev sahipleri onu bir başkasına vermeyi hiç düşünmemişlerdi. O nesil bu dünyadan göçtükten, aile adına önemli kararları onların çocukları torunları tarafından alınmaya başladıktan sonra ise, büyük büyük babalarının, büyük büyük annelerinin çok kıymet verdiği, Ermeni bir sanatçının elinden çıkmış bu duvar saatine herhangi bir antika ya da eşya hatta alınıp satılabilecek mal gözüyle bakılmaya başladı. Zaten yıllardır hiçbir bakımı yapılmadığı için artık çalışmıyordu da. Onu meraklısına çok yüksek bir bedelle satmanın ne mahsuru olabilirdi. Nihat Bey, bankaya gelen bir müzayedecinin konaktaki antikalarla ilgilendiğini; isterlerse büyük bir otelde düzenlenecek açık arttırmayla o eski eşyaları çok büyük paralara satabileceklerini söylemişti. Haber masaya bomba gibi düştü. Herkes bir ağızdan konuşmaya başladı. Yaşı daha büyük olanlar, annelerinin babalarının kemiklerinin sızlayacağını düşünerek biraz çekimser kalmışlardı. Ama telaffuz edilen rakamları duyunca bu eski eşyalara bu kadar bağlanmanın çok anlamlı olmadığına kendilerini inandırmaya çalıştılar. Nihayetinde yıllardır kapısı açılmamış boş bir konakta öylesine duran eski bir eşyalardı işte. Zaten yeni nesil bir öncekilere, bu köşkün hiçbir şekilde yıkılmayacağı konusunda vasiyet bıraktıkları için kızgındı. Böyle bir muhitte, kentsel dönüşüm furyasında bu kadar büyük arazide yüksek katlı bir apartman inşa etmek varken ve her birine kim bilir kaç daire düşecekken, bu perili köşk orada öylece eskiyip duruyordu. Ne milletvekilleri ne büyük inşaat şirketleri araya girseler de “yıkılıp yerine yenisi yapılamaz” şerhini kaldırmayı başaramamış- lardı. Madem öyle hiç değilse içindeki antika eşyaları satmakta sakınca yoktu. Böylece karar verildi ve bir sonraki buluşma, Orhanoğlu ailesinin altı kolundan en büyük üyelerinin hazır bulunacağı şekilde, müzayedeciler ve bilirkişilerle konakta yapılacaktı.
                                                                         •••
Aile üyeleri herkesten önce gelmişlerdi. Ferforje kapının açılmasıyla adeta zaman tünelinde yolculuğa çıktılar. Yaz akşamlarında bahçede kurulan uzun masaların etrafında koşuşturmaları, baş köşede oturan fazla konuşmayan ama her konuşulanı duyan kocaman bıyıklı büyükbaba, ud çalan babaanne, mutfaktan taşınan muhteşem yemekler, çocuklar havuza düşmesin, bahçede bir yerlerde kaybolmasınlar diye göz açtırmayan dadılar… Şu an itişip kakışacak yaşları çoktan geride bırakmışlardı. Her biri nezaketle diğerine yol verdi. Yıpranmış mermer merdivenlerden çıkıp konağın giriş kapısına geldiler. Sayısız anı gözlerinin önünden geçerken Nihat Bey elleri titreyerek anahtarı çıkardı. Buraya en son ne zaman geldiklerini neredeyse hatırlamayacakları kadar uzun zaman olmuştu. Yıllar önce kendi aileleriyle kimi Levent’te kimi Yeşilköy’deki evlerine taşındıklarına pek mutlu olmuşlardı aslında. Yüksek ahşap kapı büyük bir gıcırtıyla açıldı. Az sonra içerideydiler. Parkeler eskisinden daha da fazla çatırdıyordu. Duvarlar, eşyalar her biri içeri dolan güneş ışığı ve beklenmeyen misafirlerle irkildiler. Hepsi de üzerindeki tozdan, etraftaki rutubet kokusundan mahcuptu. Boyunlarını büktüler adeta. “İşte camımı kıran Ömer” dedi büfe. Mermer sehpa, kenarına başını vurup yaralanan Tamer’i hemen tanıdı. “Şu inci kolyeli olan bacaklarımın arasına salıncak kurup bebeğini sallayan Neriman değil mi? diye sordu sandalye. “Bakın Nadide de gelmiş” diye atıldı kanepe. Karşısında duran koltuk “Nasıl zıplarlardı üzerimizde hele şu ele avuca sığmaz Muhittin yok mu? O da burada” Halı lafa karıştı “üzerinde zıplamak mı dediniz, siz onu bir de bana sorun, şu en küçük oğlan Nihat önde, öbürleri arkada az mı koştular üzerimde?” Eşyalar kendi aralarında, aile üyeleri kendi aralarında sayısız anıyı geçirirken akıllarından sessizliği bozan yaşça en büyükleri olan Nadide Hanım oldu. Galiba burayı ne kadar çok sevdiğimizi, ne kadar harika anılarımız olduğunu unutmuşuz. Ve duvardaki büyük antika saatle göz göze geldi. Bütün çocukların salondaki pek çok eşya ile sayısız anıları varken galiba bu saatle hiçbir hatırası yoktu. Ne olsa o yıllarda çocuktular ve zaman onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Ayrıca boyları yetmediği için onu kurcalamak da akıllarına gelmemişti. Şimdi hepsi Nadide Hanım’ın baktığı yere bakarken yılların nasıl da geçtiğini, bu yaşlı saatin tik taklarının ve saat başı çalan parlak sesli ding donglarının ne kadar paha biçilemez olduğunu düşünüyorlardı. Daha fazla bir şey konuşmaları gerekmedi. Hep birlikte bu karanlık salondan çıktılar. Mermer yolda sessizce yürüdüler. Haftaya Pazar tüm aile burada buluşmak üzere sözleştiler. Nihat Bey son model cep telefonunu çıkararak müşterisini arayıp “kusura bakmayın” gibi bir şeyler söyleyerek fazla uzatmadan telefonu kapattı. Zaman, hatıralar kuvvetli aile bağları bu hayatta sahip olunacak en değerli şeylerdi.

öykü edebiyat gününöyküsü edebiyatatölyesi