Plasentadan çıktığım gün ayağım kaydı

Cemile Kurtaş
O gece, Boğaz’ın uykuya daldığı sırada her iki yaka birden kendi bilinmezliklerinin içinde fokur fokur kaynadı. Polis ruhsatsız içki dükkanlarına, müzikhollere, gece kulüplerine ve barlara baskın düzenledi. Yaşını başını almış alemciler hariç, müptelalar, seks işçileri, yaşı tutmayan müşteriler, bağırtılı itirazlar ve enselerine uygulanan sarsıntı eşliğinde göz altına alındı. İçlerinde bu duruma alışagelmiş olanlar sesini bile çıkarmadı. İrem tartaklanmaya alışık olmayanlar arasındaydı. Bileklerindeki kelepçelerden kurtulur kurtulmaz; nezarethane odalarının birinde- gözleri, saçları gibi her zaman geceye terk- bir kadınla baş başa buldu kendini. Ayakta duran kadın, adının Leyla olduğunu söyler söylemez bir köşeye çekildi. İrem uyuşan bileklerini, hışımla sıkılan ensesini küfrederek ovaladı. Karşı köşeye geçip sırtını duvara yasladı. Dalıp gittiği zaman bilinmese de o türkü mırıldanmaya, kırılan tırnaklarıyla her şeye rağmen yine tempo tutmaya devam etti.
 Leyla kadını hevesle tepeden tırnağa incelerken evvela o masmavi gözlerine baktı; ardından yanağındaki gamze de türkü bitene kadar takılı kaldı. Belki de İrem o türküyü ardından o tanıdık ağıtı söylemeye başlamasa asla tanımayacaktı Leyla, onu. “Kimse! Sen misin?” dedi şaşkın şaşkın “Yoksa sen!” İrem’in bakışları donuktu. Yüzüne yayılan gülümseme ile fırlayarak kalkarken neredeyse yere düşecekti. Elleri iki yana açık “Ayol sen! Genelevdeki kız?”
Bütün gece zamanında oturup konuşamamanın acısını çıkardılar. İkisinin de gözlerini uyku tutmayınca kokmuş battaniyeler arasında uzun uzun sohbete koyuldular.
Vaktiyle- hatta uzun bir süre önce İrem değildi adı; Ahsen’di. Plasentadan ayrılıp göbek bağının kesildiğinde ağlamadı- ağlayamadı. Poposuna vuruldu yine ses vermedi. Ahsen başına gelecekleri bilircesine o dünyayı bırakıp bu dünyaya gelmek istemiyordu. Yalnız tecrübeli ebe onu bırakmadı kendi haline. Tüm vücudunu tuza bastı. Yanmaya başladı bebek teni. Acıyla ilk gül yüzü buruştu sonra minicik yumruklarını titretti ve korkuyla beklenen cılız ses duyuldu. Artık Güneydoğu’da çiftçilikle geçimini sağlayan kalabalık bir ailenin ortanca oğullarındandı. Bakanın kendini alamayacağı yüz güzelliği ile büyüdü büyümesine. Biber tarlalarını sürdü, tavukları besledi, koyunları sağdı. Sürekli aynı kısır döngünün içinde didinip dururdu. Ahsen aşağı Ahsen yukarı… gel gelelim diğer erkek kardeşlerine göre narin olan bedeni, kendi payına düşen işi yetiremezse bilirdi başına gelecekleri. Babası küçük yaşlarında bunu ona öğretmişti. Aklı başına gelsin diye kim bilir kaç kez ağlamasına aldırış etmeden, sicim gibi yağan yağmurun altında, tek ayak üzerinde saatlerce bekletmişti onu. Büyüdüğünde kendini kaba saba babasının yanına yakıştıramadı. Babasını uzaktan görenler sanki Harran ağası sanır, iki adım arkasından yürüyen Ahsen ise babasının yanında Medine dilenci gibi kalırdı. Akşam erken inerdi köye. Büyük abileri uykuya dalınca hemen yatakta doğrulurdu. Gece lambasının duvara yansıyan ışığında ellerini havaya kaldırır, parmaklarını şekilden şekle sokar, gölge oyunu oynardı. En azından hayallerinde başrol hep kendiydi. Kâh bir kraliçe kâh bir prenses olur ya da bir bakmışsın en ünlü kadın artistlerden biri. Gece olsun gündüz olsun Ahsen’in aklında ve hissinde değişmeyen tek şey vardı-onun aslı kızdı. Hiçbir zaman kendini erkek olarak da hissetmeyecekti. Okuldan da nefret ederdi. Her Allah’ın günü erkek çocuklarından gördüğü zorbalık ve “Kız Ahsen,” diye lakapla seslenmeleri hatta ardı arkası kesilmeden alay etmeler canını yakıyordu. Kimseye anlatmazdı yaşadıklarını, uzaklara hep çok uzaklara gitmek istedi. Babası diğer abileri gibi onu da uzaklara ancak askerlik zamanı gelince gönderdi. Askerde toprağından uzaktaydı ama burada gölge oyunu hiç oynayamadı. Sayılı gün çabuk geçti. Döndü yine kürkçü dükkanına. Herkesi bıraktığı gibi buldu lakin; Ahsen aynı Ahsen değildi. Çok değişmişti düşünceleri, kendi gerçeğini yaşamak konusunda daha da cesaretlenmişti. Fakat bu sefer anası çıktı karşısına. Ahsen’in itirazlarına karşın sürekli evlenmesi için ısrar ediyordu. Sanki hiç torunu yokmuş gibi “Torun zamanı geldi de geçiyor,” diyordu. Laftan anlamadı anası. Oğluna gelin olacak kızı gidip kendi seçti. Düğün, dernek kuruldu. Davullara patlatırcasına vuruyorlardı. Garip gelin başına geleceklerden habersiz odasında bekliyordu. Ahsen kimseye görünmeden usulca çıktı evden ve arkasına bakmadan başında bir baykuşun ötüşüyle geri dönmemek üzere durmadan saatlerce yürüdü. Sabah olunca İstanbul’a giden trene bindi. Kaçtı Ahsen; onu boğan, onu ezen, onu kendisi olmaktan alıkoyan ne varsa geride bıraktı.
Leyla ile o habis sokakta tanıştı. İstanbul’un turistlerinin asla gezdirilmeyeceği, çoğu yerli olan insanların sadece adını duyduğu ama asla geçmeye cesaret edemediği Karaköy’ün Arnavut kaldırımlı sokağında bir genelevde çalışıyordu Leyla. O zaman Ahsen olan şimdiki İrem, o evin hemen yanındaki inşaatta işçiydi. Güzel sesini, bugün söylediği türküyü ve ağıtı ilk kez o vakitlerde duyurmuştu. Sıkı sıkı kapalı olan perdeleri açıp inşaata bakmıştı sonra da duyduğu sesi hiç unutmadı Leyla. Hoş ne o günü ne Ahsen’ in deniz mavisi gözlerini ne de yanağındaki gamzesini unuttu. Leyla dışarıya çıkamayınca pencereden seslenebildi sadece
“Adın ne?”
Tereddütte kaldı Ahsen
“Adım yok.”
 Sinirle neredeyse küfredecekti Leyla.
“Ben adımı sevmem. İstersen yeni bir isim bulana kadar ‘Kimse’ de bana.” Uzatmadı Leyla. Bir ismi kafaya takana kadar neler vardı neler hayatta kafaya takacak, sadece bir anlık şaşırdı. Asıl şaşkınlığı yıllar sonra bugün ‘Kimse,’ kadın olarak karşısına çıkınca yaşadı.
Leyla da on yedi yıllık bir devri ‘Leylan,’ olarak yaşamıştı. Adı gibi gerçek yaşantısı koca bir yanılgıydı. Bu eve düşünce adının son ‘n’ harfini bıraktı geride. N harfi ona geçmişini hatırlatan soru cümlelerinin başını çekiyordu. Neden? Niçin? Niye? sıralanan sorularla hâlâ baş edemiyordu kendi içinde… “Herkes doğuran anasını bilir, babasını ise Allah bilir,” derlerdi yaşadığı yerde. Oysa Leylan sevgi göstermeyen gösteriş budalası babasını biliyordu. Babasının üç karısı vardı; ilk ikisinin bir türlü çocuğu olmamıştı. Sonuncu eşinden, dört düşüğün üzerine Leylan doğmuştu. Leylan evdeki en büyük olan kadını anası bilip ona “Ana,” dedi. O büyütmüştü onu. Doğar doğmaz; evin tek doğurgan kadınından- öz anasından- onu zorla ayırdılar. Tehditler savruldu yeni doğum yapan kadının odasında. Yoksa baba evine geri gönderilecek ve ömür boyu çocuğunu bir daha göremeyecekti. Kadın eli mahkûm kabul etti ama sonrasında ne başka çocuk doğurabildi ne de var olan aklına sahip çıkabildi.
Leyla “Abla,” diye sesleniyordu öz anasına. Hatta çoğu zaman tuhaf davranışlarından dolayı korkardı ondan. Tüm gerçeği sinir krizi geçirdiği anda haykırarak dile getirmişti kadın. Evdeki herkes örtbas etti olayı. “Deli o deli,” dediler ama Leylan inanmadı. Eninde sonunda yapılan acımasızlığı öğrendi. Tiksindi hepsinden. Yalan dünyanın riyakarlığına katlanamadı. On altısına geldiğinde zengin, elli yaşında bir adamla evlendirilmeye zorlanınca hepten sıkıştı köşeye. Etrafında hiç ışık kalmadı; şimdiki Leyla’nın ilk tohumları o zaman saçıldı toprağa. Gölgesini yanında, yüreğini çağıran hayal dünyasının erişilmez kenti, kiminin yâri olan kimini de yarım bırakan İstanbul’ da bir mamanın eline düşmesi uzun sürmedi.
Bütün gece kimsenin bilmediği, başlarından geçen her olayı birbirlerine anlattılar. Sabahın erken saatlerinde geçmişlerini nezarethane odasında bırakarak emanetlerini alıp ikisi de serbest bırakıldı. Karınları fena halde acıkınca soluğu börekçide aldılar. Ardından arka arkaya çay içtiler. Ayrılmadan son bir kahve ısmarladılar kendilerine. Son bir kahve…
Leyla sohbete o kadar dalmıştı ki ne telefonun mesaj kutusuna gelen “Neredesin? Cevap versene! Aç şu telefonunu çabuk!” mesajlarını ne de cevapsız çağrıları fark etmişti. Yan masada oturan birinin ‘Alo,’ diyen sesiyle telefonuna bakmak aklına geldi. İçi ürperdi. Maması çok kızacaktı oyalanmasına. Bu işin sonu cezasız bitmeyecekti biliyordu. Hemen mamasını aradı ama cevap vermiyordu maması. “Bittim ben!” dedi. İrem “Ayol dur kız; dur korkma hele!” dese de Leyla’nın içindeki korku parmaklarından başlayarak tüm vücudunu ele geçirmişti. Titriyordu. Yine çaldı Leyla’nın telefonu. Hemen açtı. Genelevdeki arkadaşlarından birisiydi arayan. Sesindeki tını çığlık desen çığlık değil sevinç desen o da değildi. “Öldü! Öldü! Erguvan Ana öldü,” diye bağırıyordu. Sadece “Ne?” diyebildi Leyla. Önce İnanmadı sonra anladı mamanın köpeklerinin onu neden kapıda beklemediklerini. Erguvan Ana’yı ölümsüzlük iksiri içmiş sanırdı. Mesajları okudukça kalp krizi geçirdiğini öğrendi. İrem her şeye an be an tanık olunca “Kız! Fırsat ayağına geldi bak,” dedi “Kurtuldun işte! Kurtuldun o gudubet karıdan.” Halbuki kurtulmak o kadar kolay olsaydı şimdiye kadar çoktan kurtulmuştu.
Bu değişken ve kısacık sürede İrem, alttan girdi üsten çıktı Leyla’yı kendi evine götürmeye ikna etti. Eve doğru yol alırken Leyla girdiği bataklıktan çıkmanın öyle kolay olmayacağını sürekli tekrar edip durdu. İrem izin vermedi umutsuzluğa kapılmasına. Yol boyunca söz hakkı vermeden devamlı konuştu durdu. Yaşanacak nice umutlu günlerden bahsetti. Her ikisi de kendilerini biliyordu bilmesine ama insanoğlu umutsuz da yaşayamıyordu ki.
Tabii ki hayallerinde yaşattıkları şehir bu değildi. Ademoğulları ve Havvakızlarının iyisi de kötüsü de mutlaka vardı; olmaya da devam edecekti. Gönül isterdi; aynı havayı teneffüs ettikleri bu şehrin caddelerini, sokaklarını hatta meydanlarını paylaşmak istedikleri insanlar keşke böyle olmasaydı. İki kadın da kötülüğün dibini gördükleri halde İstanbul’dan kaçmak istemedi. Her şeye rağmen denemeye değerdi. Ancak burada kalarak bir yanı belalı ve kurtların şehrinde yaşayarak içlerinde kalan uhdeyi durdurabilirlerdi. Çünkü onlar feleğin çemberinden geçen mücadele edecek araftaki ruhlardandı. Kendi yaralarını kendi sarabilen ve her düştüklerinde tekrar kalkabilen nadir insanlardandı.
Çıktıkları yolun dönüşü yoktu. Leyla gecenin en karanlığını ardında bırakacak, İrem adı gibi şehir olan bu yerde kendi gerçeğini doyasıya yaşayacaktı. Belki de özgürce yaşamak en çok onların hakkıydı.
 

öykü edebiyat atölye