Burak Dal yazdı... Astronot

Burak Dal

Mutlak sessizliğin hakim olduğu mucizevi bir yerdeyim. Beni çevreleyen ışıkhuzmeleri uçsuz bucaksız alemlerdeki noktalardan bana geliyorlar. Vücudum onlara dönük, sırtım ise geldiğim yere. Hayatımın son faslını böylesine inanılmaz kılan bir mekandayım ve burada bulunmam kayboluşumu belirginleştiriyor. Vücudum bir tüy kadar hafif fakat çok hareket etmiyorum, edemiyorum. Kaskatı kesilmişim, kıyafetim işlevini yitirdi yitirecek. Korumam hapishanem olmuş, sonsuz bir boşluğun içinde süzülüyorum.     Onları izliyorum, sayısız parıltıyı.Boşlukta ışıldayan, ışıldadıkça genişleyen, genişledikçe dünyaları yutan o mucizeleri. Ölümü yakın olan hiç kimse benim kadar hayat tarafından tahrik edilmemiştir. Bu yıldızlar; atalarımızı da, bizi de ve gelecek olan torunlarımızı da büyülemişler. Ama nasıl? Nasıl olur da birkaç parlak ışık bizi büyüler? Devasa yıldızların küçük görüntüsü mü bizi büyüleyen şey yoksa karanlığa ışık tutmaları mı? Belki de göğü kaplamalarıdır bizi hipnotize eden. Siyah tuvaldeki beyaz fırça dokunuşları. Onlara bakınca sadece yıldızları değil aynı zamanda galaksilerin parıltılarını da gördüğümü biliyorum. Galaksiler de zaten; içlerindeki kalabalık bir metro istasyonunda senkronize yürüyen insanlar gibi süzülen yıldızlardan dolayı parıldamaz mı? Dünya’da elektrik yüzünden parıldar. Sahi, Dünya hemen ardımda. 
   Bedenim felç geçirmiş gibi sabit, bir kaya gibi hareketsiz fakat belki odaklanırsam hareket edebilirim. Evet, biraz daha, sol kolum geriye ve sağ kolum sola. Şimdi oldu, ardıma dönebildim. Bunca uğraş oksijen tüketmeme neden oldu fakat bu mühim değil.İstediğim gibi yaşıyorum bu anı, onların aksine, Dünya’nın çocuklarının. Acaba hangimiz boşluğun içindeyiz, onlar mı yoksa ben mi? Hepsi benim yerimde olmak isterdi şimdi, Dünya’ya buradan bakabilmek. Hiçbiri benim yerimde olmak istemezdi, ölmek üzere olduğunu bilmek. Çaresizim, hem de çok. Kurtuluşum yok. Belki de tadını çıkarmalıyım. Son bir kez baksam yıldızlara. Sol kol geriye, sağ kol sola. 
   Dönüş sırasında uzay mekiğimi görüyorum, dağılmış parçaları uzayın boşluğuna süzülüyor. Yoldaşlarımın bedenleri karanlıkta duruyor. Öldüklerini biliyorum, hepsi öldü. Bu canlı gözüken bedenler aslında kıyafetlere bürünmüş cesetler şimdi. Beyaz kefenlerine sarılmışlar ve kara toprakta yatıyorlar. Sanırım bu durumda ben de toprağa gömülmüş oluyorum. Hayata döneceğim mi demek bu? Elbet bir gün, sonsuza yakın basamaklarını sayamayacağım kadar uzak bir tarihte, göğe gömülü bedenim hayat bulacaktır. Toprağa gömülmek kadar hızlı bir şekilde değil belki ama bir gün ben de tekrardan var olacağım. 
   Dönmeyi başardım. Oksijenimi tamamen yitirdim. Çocukken nefesimizi ne kadar uzun süre su altında tutabildiğimize dair yarışırdık arkadaşlarımla. Şimdi de etrafımdaki ölü dostlarımla yarıştayım. Ben kazandım. Onlar kazandı. Biz kazandık, uzaydayız. Biz kaybettik, araftayız. Araf hiç bu kadar güzel olmamıştı. Işıltılar zamanla daha da büyüyorlar. Şekilleri değişmeye başladı şimdi de. Havasızım. Bak, bak renk değiştiriyorlar. Mavi, kırmızı, sarı, mor. Çeşit çeşit renklere büründüler. Nefes alamıyorum. Yıldızlar bana yaklaşıyorlar. Gelin tanrılar! Gelin de bana eşlik edin. Beynime yeteri miktarda oksijen gitmiyor. Ey binlercesini kendilerine aşık ettiren tanrıçalar, çevreleyin bu tükenen ölümlü bedeni. Sarın beni yıldızlar, sımsıkı tutun. Kopup gitmeme izin vermeyin sizin rahminizden. Ölüyorum. Zeus’un dokuz kızı, öpün beni son bir kez. Son bir hayal. Işıklar vücudumu çevreledi; mavi, kırmızı, sarı, mor.

burakdal edebiyatatölyesi astronot uzay öykü