Başka kapıya Ercü

Aylin Arifoğlu
O gün, dünyanın en yararlı, en ilgi çekici ve en sağlam olduğu sanılan makinesini icat ettik. Ama izin verin, bundan üç yıl öncesini anlatayım.
    Evimden atıldığımda yirmi dört yaşındaydım. Ev sahibimin sigara kokan, günlerdir fırça değmeyen ağzından fırlayıp kaşlarımın ortasına yapışan balgamlı tükürük, evden atıldığımı kanıtlayan çirkin bir imzadan farksızdı. Keşke o anı unutabilseydim. Mide bulandırıcı taaruza karşılık vermedim çünkü haklıydı.
    Ellerimi bol, pespaye eşofmanımın cebine attığım gibi yokuş aşağı, gecekondu mahallesine indim. İnsan dışkısının kokusu, bu deri yüzen sıcağın altında kötü bir haber gibi yayılmıştı mahalleye. Çiçekli elbisesi baldırlarına kadar açılmış Sıla, rahatsız bir pozisyonda çamaşır yıkıyordu. Her hareketinde, beyaz etine bir günah gibi işlenmiş iltihaplı yarası gün ışığına çıkıyordu ucuz kumaşın altından. Bu yara, binaların üç insan boyunu geçtiği şehre giden trene atlarken açılmıştı. “ Halbuki hayallerime tutunur gibi tutunmuştum trene” diye anlatmıştı Sıla. Ara sıra şehirden gelip, bize hiç kullanmayacağımız ışıklı aletlerin yeni modelini tanıtan takım elbiseli adamlar gibi iyi rol yapabiliyordu üstelik. Hattâ ekranlara çıkacağım diye nefesini böğründen değil de karnından almayı öğrenmişti. O yüzden trene atlayamadığını duyunca, hepimiz çok üzülmüştük. 
    Beni görünce kaşları çatıldı Sıla’nın. Burnuma kadar akmış tükürüğü elimin tersiyle sildim. Yüzümdeki gülümsemeyi hiç bozmadan uzun sarı saçlarını ensesinde tutturmuş kıza seslendim.
“Ne o Sıla, daha da güzelleşip canımı mı alacaksın ?”
“Başka kapıya Ercü!” Gülümsemekle kızmak arasında kalmış bir ifadeyle söylemişti bunu.
“ Kızım çok kalmam bu sefer, söz.” 
“ Başka kapıya Ercü!” Sinirlenmişti.
Omuz silkip yokuş aşağı inmeye devam ettim. Gittiğim her kapı suratıma kapandıkça yüzümdeki gülümseme kırılıyordu. Aç ve yorgun bedenimi kıyı kenarında eğreti duran bir meyhaneye attım.
“Ağabey peynirin falan var mı gözünü seveyim ?”
Sırtı kamburlaşmış yaşlı adam beni duymazlıktan gelerek müşterisinin önündeki boş rakı bardağını aldı. Kirli beyaz zeminde ayaklarımı sürüye sürüye onu mutfağa kadar takip ettim. Boş bardağı, paslanmış lavaboya doldurduğu çiğnenmiş nane dolu suda şöyle bir çalkalayıp, bardağın içine şalgam doldurdu. Tanıdık yüzünü bana çevirdi “ Başka kapıya Ercü.”
Altları kızarmış, yaşlılık benekleriyle çevrelenmiş mavi gözleriyle beni baştan aşağı süzdü. “ Bir de ben tükürmeyeyim suratına.” Karısını horoz hastalığından kaybedip kendi elleriyle toprağa verdikten sonra, bir tükürüğün bile kokusunu alır olmuştu. Zavallı kadıncağız, ağzıyla kendi derisini kopara kopara çığlıklar içinde öldükten sonra, bizim meyhaneci bütün köyü dizlerinin üstünde dolaşıp, horozlar yiyip de hastalık bulaştırmasın diye koklaya kolaya kötü otları bulup sökmüştü. “ Ne olur bir gece kalsam ?” dedim.
    Yüzüme bakmadan içeri gitti, şalgam dolu bardağı başka bir müşterisinin önüne koydu. “ İyi değilim bugün Ercü. Git başımdan.” 
“ Neyin var ağabeyim ?”  İki keselik parasını alamayınca ev sahibimin yüzünde beliren tiksinç öfkeye benzer bir ifadeyle yakama yapıştı. “ Unutmak istiyorum. Dayanamıyorum artık. Bütün hayatımı silip, baştan yazmak istiyorum Ercü!” Meyhanedeki müşteriler bu tavra o kadar alışıktı ki, kafalarını çevirip bakmadılar bile. “ Sakin ol ağabeyim, ben biliyorum senin devanı.  O lanet adam yaptığı kocakarı ilaçlarıyla zengin oldu bilmez misin ? Kötü otlar köyde, onun günahları yüzünden çıktı. Evinde kalırken gördüm, avuç avuç bambullar, çirişler, ebegümeciler çiğnemiş, beherglaslara doldurup salonun tavanına asmış. Elbet vardır hatırlama hastalığına tedavisi.”  Meyhanedekilerin ilgisi artık bizim üzerimizdeydi. “ Biz de isteriz” diye bir ayyaşlık ağıdı yaktılar. Herkese yetecek kadar ilaç çıkarmalıydık, öyleyse bir makine gerekirdi.
    O gece, nasıl olduğunu bile anlamadan tırmanıverdim yokuşu, kendimi Sıla’nın kapısında buldum. Tahta kapıya alacaklı gibi vurmaya başladım. “ Aç kapıyı, çok para kazanacağız Sıla. Seni o trene biletli bindireceğim ancak yardımın lazım.” Ama o, kapıyı açmadı. Üç gece tahta kurularıyla beraber kapısında yattım. 
    Ağlamaktan şişmiş gözlerle kapıyı açtığında, ilk işimiz onu ev sahibimin kapısına yollamak oldu. “ Sen iyi oyuncusun, oyalarsın onu.” Dediğimde, mutluluktan üç kere sağ yanağımdan öpmüştü Sıla. Meyhaneciyi pencereden atlatmak zor olmuştu ama yaşlı mendebur unutmaya öyle istekliydi ki, eve girmeye benden önce davranmıştı. Evde ne var ne yok toplayıp çıktık. Ev sahibimin bu olayın üstüne iki ay boyunca her gece meşale yakıp sokakta bağırarak gezmesi hiç fayda etmemişti, unutmayı armağan olarak gören halk, bizi hiç ifşa etmedi. 
    Makineyi kurana kadar meyhanenin mutfağında kaldım. Takım elbiseli şehirliler ne getirdiyse toplayıp, gizlice meyhanenin arka kapısına yığdı Sıla. Hepsini söktüm, taktım. Olmadı. Söktüm, taktım. Yapış yapış zeminde meyhanecinin ayakları altında geçen on altı ayın sonunda, unutma otunun suyunu çoğaltıp sıktım. 
    Önce meyhaneci içti. Ben halktan ikişer kese para toplamakla meşguldüm. Herkes meydanda toplanmıştı, göz gözü görmüyor, insanlar unutmak için birbirini eziyordu. Sıla’ya çok söyledim, senin içmene gerek yok dedim. “ Ne zaman şu kızıl yarayı görsem, hayal kırıklığına uğruyorum. Aynı trenden defalarca düşmüşüm gibi.” 
    Kalabalığın dağılması çok sürmedi. İnsanlar birbirine çarpıyor, hangi yöne gideceklerini bilemiyorlardı. Onları mutlu görürüm sandım, bütün acılardan arınmış, yeniden doğmuşlardı. “ Bak para çıktı, gel götüreyim seni trene.” Işığı alınmış gözlerle yüzüme baktı Sıla. “ Ne treni?” Yaşlar önce yakarak sonra usul usul doldu gözlerime. Sıla kötü anılarını silmek isterken, güzel günlerini ve yıllarca arayıp bulduğu, hayallerle harmanladığı kimliğini de kaybetmişti. Aklıyla beraber ruhu da gitmişti. “ Bu gece sizde kalayım mı ?” Hiç utanmadan ağlıyordum artık. “Kal.”