Reklam

Hayırsız insan

Hayırsız insan
23 Kasım 2020 - 15:29

Pınar Aydoğdu

İskeleye ilk varan bendim. Dernektekilerin gelmesini beklerken bu haziran sabahının tatlı esintisinin huzurunu içime çektim derin bir nefesle. Denizin iyot kokusuyla doldu ciğerlerim. Martılar çığlık çığlığa, sanki sabah simitlerinin peşine düşmüş gibilerdi. Adanın silüetini görüyordum. Birkaç saat sonra da bu kayalığın, Marmara Denizi’ndeki bu karanlık noktanın tepesine varacaktım. Bir asır öncesinin hayaletlerini tam da bulunduğum bu noktadan görmeye başlamıştım. Güneş ensemi yakmaya başladığı sıralarda, derneğin kelebek desenli amblemini taşıyan beyaz bir araç durdu. İçinden dört kişi indi. Sürücü bir güvercinin gölgesini ezerek yoluna devam etti. Derneğin başkanının sadece sosyal medyadaki birkaç fotoğrafını görmüştüm, ama o kıvırcık kırçıl saçını, fotoğrafta bile huzur veren gülümsemesini tanıdım. O da beni tanımış olacak ki gülümseyerek yanıma yaklaştı.
‘‘Oğuz?’’ 
‘‘Evet, benim Kemal Bey’’ dedim tebessüm ederek. Tokalaşırken yüreğinin sıcaklığı elimi ısıttı. Yanındaki diğer üç arkadaşı ile de tanıştırdı beni. İçlerindeki tek kadın olan derneğin başkan yardımcısı elinde, arabanın üstündeki amblemin aynısını taşıyan bir bayrak tutuyordu. ‘‘Onlara borcumuzu ödememiz imkânsız ama en azından dikkat çekecek bir anma etkinliği olsun istedik’’ dedi sıkıntılı bir sesle. Gözlerindeki hüzün bulutları her an yağışa çevrilebilir hissi uyandırdı bende. Denizden gelen bir motor gürültüsü ile dikkatimiz bu engin maviliğe çevrildi. Dernek bir tekne kiralamıştı, onunla gidiyorduk Sivriada’ya. Sağ olsunlar, beni hiç tanımadıkları halde, elektronik postalarıma dostane yanıtlar vermişler, benim de bu küçük ama anlamlı törende bulunmamda bir sakınca görmemişlerdi. 

Teknede bir salıncakta gibi hafif hafif sallanıyorduk. İnsan bu hülyalı sallantıda gözlerini kapatıp düşlere dalmak istiyordu. Fakat adaya yaklaştıkça vahşetin görüntüleri zihnimde canlanıyordu. Bu dört kişi ile duygudaştık ve artık yoldaştık. Atalarımızdan bize yadigâr kalan bu katliamın dinmez vicdan azabıydı. Bu azap sol tarafımızdan pompalanırken bütün bedenimize yayılacak bir yol buluyordu. Ve bir kezzap gibi yakıyordu tüm iç organlarımızı. 

‘‘Genç yaşındaki bu hassasiyetin beni etkiledi, Oğuz’’ deyince Kemal Bey’in sesiyle irkildim. ‘‘Fakat merak ettiğim, bu olayı bilen çok yok. Sen nasıl öğrendin? Gerçi Tarih Bölümü’nde okuduğunu söylemiştin ama… Yine de şaşırdım.’’ Gülümsedim. O anda birkaç martı adaya doğru kanat çırptı.
•                                                                                    
Babamın kütüphanesini yerleştirmekle geçiyordu o pazar günüm. Buna pek memnun olmasam da hem babamı kırmak istemiyordum hem de belki ona yardım etmem karşılığı birkaç kitap kapabilirim diye düşünüyordum. Çalışma odası boydan boya ve duvardan duvara raf doluydu. Burayı düzenlemeye bir gün yeter miydi, tereddütlüydüm. İş kitapları, romanlar, şiir kitapları hepsi birbirine girmişti. Üstelik raflar toz içindeydi. ‘‘Ne vardı senin odayı da Melahat Teyze temizlese, baba’’ diye sitem ettim bir ara. ‘‘Olmaaazzzz’’ diye haykırdı birden. Ben düzenlemeye çalışıyorum her şeyi, o karıştıracak daha beter edecek. Sonra hiç çıkamayacağım işin içinden. Yorulduysan bırak, ben devam ederim’’ diye ters ters söylendi bir de. ‘‘Tamam, tamam, sustum’’ dedim. Metal merdiveni dayayıp kapının yanındaki rafların en üstüne ulaşmayı başardım. Elimi rafın üstüne atmamla tozlar pamuk pamuk üzerime yağdı. Yüzümü tam zamanında çevirdim ki gözüme toz kaçmadı şükür. Tozlar havada dans etmeyi bırakır gibi olunca o raftaki kitapların birkaçını elime alıp indim. En üsttekinin bir kitap değil çok eski bir defter olduğunu ayırt ettim. Kapağı işlemeli, koyu kahverengi, kilitli bir defterdi ama artık kilidi yoktu. İçini korkarak açtım. Dokunsam dağılacak gibi narin duruyordu. Osmanlıca yazıyordu. İlk satırları okumaya çalıştım. 

20 Mayıs 1910
Ne dediysem dinletemedim başkana. İstanbul köpeklerden arınacakmış. Alafranga olmak lazım gelirmiş. Ben çok oryantal kalmışım. Geri kafalıymışım. Ama ne yaparsın. Çıkıp gitsen nerede para kazanacaksın. Hatice gebe. 

23 Mayıs 1910 
Köpekleri kerpetenle neresinden yakalarsak tutup arabalara tıkıştırdık. Ben bir köpeğin de kalbinin kırılabileceğini ilk defa bugün o mahzun bakışlarda gördüm. Köpekler özel toplama araçlarıyla Tophane’ye götürüldü. Komşular benimle konuşmaz oldu. Emir kulu olduğumu kimseye anlatamıyorum. Hatice de başımıza bir bela gelecek bu yüzden deyip duruyor…

Okumaya daldığımdan babamın yakınıma geldiğini duymamıştım. Elimdeki defteri görünce ‘‘Dedemin günlüğü. Yani senin büyük deden. Sende kalsın. Ben Osmanlıca bilmem. Sen okursun, bana da ne yazıyor anlatırsın’’ dedi ve kitaplarını yerleştirmeye devam etti. Ben de defteri yavaşça kapatıp dikkatlice masanın üzerine bıraktım. Oda temizliğine akşam yemeğine kadar devam ettik. Yemekten sonra, büyük dedemin günlüğü elimde, sabırsızlıkla odama geçtim. İçinde ne yazdığını merak ediyordum. Atalarımdan birinin günlüğü elimde duruyordu ve bu benim için oldukça heyecan vericiydi. Büyük dedeme saygısızlık etmemek için her zaman yaptığım gibi yatağımda değil çalışma masamın rahat sandalyesine yerleşerek okumaya başladım. 

3 Haziran 1910
Bugün hepsini taşıdık. Teknelerle. Sivriada’ya. 

8 Haziran 1910
Kayıkçı Mustafa’ya uğruyorum arada bir. Mancacılar görevlendirilmiş. Günde iki kere adaya yemek su götürülüyormuş. Mustafa onları taşıyan kayıkçılardan biri. Bir tek o anlıyor beni.

 20 Haziran 1910
Mustafa köpekleri yakından görmüş. Güneşten yanmışlar. Çoğu denize atlayıp suda kalmak istiyormuş. Kayalık yer.  Gölge bir yer bulamıyor hayvanlar... Vaziyetleri harapmış. Hatice bana sövüp duruyor. İmam Efendi de beni görünce ‘‘Allah cezamızı verecek’’ diye kükredi. Ahmet Efendi’nin oğlan ‘‘Karabaş’ımı götürdünüz’’ diye ağlıyor. 

28 Haziran 1910
Bu gece rüzgârlı. Yine uluma sesleri bizi uyutmayacak. Doğuma az kaldı.

5 Temmuz 1910
Bir oğlumuz oldu. Adını Hikmet koyduk. 

Büyük dedem uzunca bir süre oğlu Hikmet’ten bahsedip durmuş. Bu bölümleri atlayarak okumama devam ettim. Bazı sayfalar da yırtılmış ve anlaşılan kaybolmuştu. 1911 yılı ile ilgili pek bir bilgi yoktu. 

5 Mart 1912
Balkan Savaşı patlak verince Mancacılar’ın bütçe kesilmiş. Köpeklere yemek yok. 

20 Nisan 1912
Kayıkçı Mustafa’ya uğradım. Koku çok fena. ‘‘Köpekler,’’ dedi Mustafa suratını ekşiterek ‘‘ölüyorlar, koku ondan. Birbirlerini yiyorlar artık.’’ Sahildeki evler boşalmış. Kokudan ve ulumalardan duramamışlar. Martılar hep adanın üstünde geziniyorlar. Köpek leşlerinden paylarına düşeni bekliyorlar. Allah’ım bu vahşete ben de mi vesile oldum? 

8 Ağustos 1912
Yarabbi, nasıl bir gök kubbe bu? Uzansak yıldızlara dokunacağız. Hatice bu hayra alamet değil diyor. Bungun bir hava var. 

9 Ağustos 1912
Çok şükür. Zelzeleden sağ kurtulduk. Hatice çok korktu. Herkes bunun bize müstahak olduğunu söylüyor. 

Bundan sonra büyük dedem depremle ilgili anılarını, dedem Ahmet’in doğuşunu anlatıyor. Ben o gece uyuyamadım. İnternette gezinirken bir hayvan hakları derneğinin köpek katliamının yıl dönümünde Sivriada’ya gideceğini okuyunca hemen elektronik posta ile iletişime geçtim.
•    
Öğle vakti adaya vardık. Tarih: 3 Haziran 2020. Derneğin bayrağı bu çıplak kayalıkta onların anısına dalgalanacak artık. Ruhları şad olur mu bilmem. Tepede güneş. Kışın karı yağmuru. Hayaletler bile korunamaz. Birden çevremi binlerce masum gözün sardığını hissine kapıldım. Uzun kulaklı, ıslak burunlu, yalvaran gözlerle bakan yüzler, kırık küçük kalpler. Sanki bir taşı kaldırsam altından köpek kemikleri çıkacak. Marmara Denizi’nden onların acı haykırışlarla dolu ruhları fışkıracak dalga dalga. Ben Oğuz. Köpekleri bu adaya taşıyan ekibin başındaki belediye memuru Mehmet’in ikinci kuşak torunu. Ben kendinden olmayan her canlıya ölüm fermanı yazmış Homo Sapiens soyundan bir insan. Hayırsız insan. Hayırsız adaya günah çıkarmaya geldim.