Reklam

Işıl Özge Tan yazdı... Geç kalan af

Işıl Özge Tan yazdı... Geç kalan af
06 Ocak 2022 - 12:28

Işıl Özge Tan
Siren seslerinin yakarışlara karıştığı o gece; polis otosunun arka camından feryat figan uzaklaşan mahalleye yıllar sonra geri dönmüştüm. Tıpkı o gece çıktığım gibi yine bir başıma, bu kez elimde valizden bozma bir çanta, içinde üç dört parça eşyayla… Çocukların o zamanlar sokağın başına çizdikleri seksek kareleri duruyordu hala. Zaman kavramını düşündüğümü anımsıyorum. Dört duvar arasında gecemi gündüzümü ayırt edemez olduğum o günlerde bizim mahallede de mi yavaşlamıştı zaman? Her şey bu seksek kareleri gibi yerli yerinde mi kalmıştı? Köşeyi dönünce Selda abla çiçek sepetiyle çıkacak mıydı karşıma? Ya Jilet Ekrem? Kahvede pişpiriğe düşmüş müydü yine çoktan? Tam kafamı kaldırıp Melahat’ın penceresine çapkın bir bakış atacakken ayağıma çarpan topla irkiliyorum.
-Abiii pas versene be abi! Abi? Atsana topu ne bekliyorsun?
-Abi duymuyor galiba Osman, ahrazdır belki, en iyisi sen alıver ondan.
Kaldırımın köşesine yığılıyorum o an. Başım ellerimin arasında, hangi zamanda, kaç yaşındayım uçuyor sanki kafamdan her şey. Koğuşta bastırdığım duygular yaş oluyor akıveriyor o an gözlerimden. Durduramıyorum.
Eve vardığımda tüm eşyaların üzerini çarşaflarla kaplanmış buluyorum. Bir gün yeniden bu evde uyanacağıma inancı olan birinin işi bu, anlıyorum. Perdeleri sıyırıp gün ışığıyla özlem gidermek için pencereye yaklaştığımda karşımda ellerinde bir iki kap yiyecekle beliriveriyor mahalleli. Çocuklarının kim bilir belki torunlarının sağır sandığı o adama kucak açıyorlar. Yıllarca kendimi unutmamak, ne için kim için o koğuşta olduğumu hatırlamak için kendi kendime söylediklerimi bir bir onların ağzından duyuyorum. Hangi suçun masumuyum ben? Masum muyum harbiden? Ben kendimi suçlu buldukça aftan yararlanmışım ne fayda? Çayım soğudu. Mutfağa yöneliyorum. Her şey nasıl da yerli yerinde duruyor. Sahi kaç yıl geçti? Belki de aylar… Yorulmuşum. Meraklı gözleri salonda bırakıp yukarı, kaptan köşküme çekiliyorum. Ayıp olmayacak onlara biliyorum. Ahşap merdivenlerin gıcırtısını özlemişim. Melahat neden gelmedi? Bugün okullar tatil mi? Çocukları bırakamadı belli ki. O kırmızı damgalı son mektubunda ‘görülmüş’ kelimelerle bahsetmişti ayrılıktan. Daha gardiyan mektubu uzatırken yere bakan yüzünden anlamıştım. Ardı gelmeyecekti.
Yıllar evvel nasıl ki ben bir can uğruna bir ömür feda ettim şimdi de mahalleli görev edinmişti beni. Sırtım sıvazlanıyor, üç öğün karnım doyuyordu. Ne yalan söyleyeyim halimden de memnundum. Onca yıl kendi ardımı toparlamaya mecbur bırakılmışken, ilaç gibi geliyordu gördüğüm bu muamele. İtilip kakılmalar, yat-kalk saatleri, koğuş tipi sorumluluklar olmayınca insanın içtiği çayın bile tadı farklı oluyormuş. O zamanlar anlamıyor insan. Şimdilerde ev kokuyor çayım. Hiç ev kokar mı çay? Kokarmış, gördüm. Ahh! Yeniden sevilip sayılan biri olmak; insan muamelesi görmeyeli ne çok olmuş…
Çabuk alıştım yeni düzenime. Konulduğum kabın şeklini almasını iyi biliyordum. Hükümlü olduğum yılların bana en büyük öğretisi de buydu belki de fakat zamanla zor gelmeye başladı bu durum. Daha fazla görmezden gelemez olmuştum gerçekleri. Eskiden sadece bileklerime takılan ufacık bir kelepçe artık ömrümün prangasıydı. Hayat bundan sonra 51 ekrandan ibaretti benim için. Dört duvar içinde sabahtan akşama televizyona bakıp duracaktım. Bazı günler değişiklik arayıp radyoyu açacaktım. Sıkışıp kalacaktım mahalleye. Tıpkı bir koğuşa sıkıştığım gibi. Hayatın bana uygun gördüğü rol de buydu demek ki. Nitekim gönlümün sıkışmasından iyiydi. Eh, yıllar içerisinde körelmiştim haliyle. Bu yaştan sonra el yanında bir baltaya sap olamayacağımın bilincindeydi mahalleli. Birbirimizden başka tutunacak dalımız yoktu. Kol kırılacak yen içinde kalacaktı. İçlerinden biri çalışıp üç kuruş kazanabileyim diye alıverecekti yanına beni. Şu bir iki haftanın geçip de yavaştan hayatımın normale dönmesi bekleniyordu sadece. Mahallenin bebeleri de kim olduğumu öğrenmişti. Okul sıralarında öğretilen herhangi bir tarihi kişiliğin hayatını bu denli merak etmemişlerdi, emindim.
Günler geçtikçe ben de yavaş yavaş yeni düzenime adapte oluyordum. İyi kötü tıkırında ilerliyordu işler. Bir rutin tutturmuştum bile. Yalnızca bana ait bir rutin… Zaman içerisinde irili ufaklı tüm boşluklarımı doldurmayı başarmıştım, biri dışında. Onun yokluğunun içimde oluşturduğu devasa obruk asla daralmıyordu. Zamana bıraktıkça ayak diriyor adeta zaman da bana bırakıyordu.
Sonunda bu çıkmaza dayanamadım ve evden kendimi dışarı attığım gibi soluğu Berber Fikret’in kapısında aldım.
-Neden kimse Melahat’ın adını anmıyor? Soracağımı hissettikleri anda önce gözlerini kaçırıyorlar sonra da kendileri… İşte! Bak! Tıpkı böyle! Yaptığın gibi.
-Geç, gel otur şöyle. Az soluklan. Çay söylüyorum? İçersin değil mi?
Dükkânda işlerini bitirdikten sonra tek kelime etmeden bindirdi beni arabaya. İçim ürperiverdi o an. Hayra alamet bir araba yolculuğu değildi bu, anlamıştım. Önce havanın kasvetinden sandım. Silecekler yetişmiyordu yağmura. Kabristanın kapısından girerken sanki ruhum çoktan onun ruhuyla kavuşmuştu. Ne bugündeydim ne de dünde. Bir süre arabadan inemedim. İndim yürüyemedim. Mezarı başına vardığımda ise tek şey diyebildim; "Ben geldim, yağmur vardı geciktim, özür dilerim."