Reklam

Göçmenliğin edebiyattaki hâlleri

Göçmenliğin edebiyattaki hâlleri
21 Haziran 2021 - 12:29
Utku Yıldırım
Dünya Mülteci Günü’ne Aleksandar Hemon’dan iki andaç bırakmak istiyorum: Hiçbir Yerdeki Adam ve Lazarus Projesi. 1964’te Saraybosna’da doğan Hemon’un 1992’de turist olarak geldiği Chicago’da yıllar boyunca yaşamak zorunda kalacağı aklının ucundan geçmezdi herhalde, iç savaş patlayınca ülkesine geri dönemedi ve Chicago’ya yerleşti. Pek az bildiği İngilizceyi üç yıl içinde edebi metin yazabilecek ölçüde öğrendikten sonra romanlarını art arda yayımlamaya başladı. Gerçi metinlerini roman olarak tanımlamak su götürür, türler arasındaki gri bölgelerden birine konuşlanmış metinlerde şiirler, uzun ve kısa öyküler yer aldığı için karma bir türden bahsedebiliriz, “anlatı” tam bir karşılık olmasa da en uygun tanım gibi gözüküyor. Çok parçalı metinlerini ince bağlarla tutturan Hemon’un kurduğu biçem, ülkesinin parçalanmışlığını göz önüne alarak söylersek en uygun anlatım teknikleriyle inşa edilmiş. Georges Perec’in Kayboluş’ta “e” harfini kullanmaması, Eimear McBride’ın Kız Natamam Bir Şeydir’de patolojiyle boğuşan karakterinin sayıklamayla karışık anlatımı ve daha pek çok örnek travmatik deneyimlerin anlatıya başarıyla eklemlenebildiğini gösteriyor, Hemon’un metinlerine de bu açıdan yaklaşabiliriz. Genellikle birkaç anlatı çizgisi belirleyerek belli zaman dilimlerindeki olay örgülerini müstakil olarak kurmayı tercih ediyor Hemon, tabii karakterler birbiriyle bağlantılı olduğu için zaman zaman çizgiler iç içe geçebilse de arka plandaki mültecilik, yas, yitirmenin acısı gibi konular oldukça bariz, gri bölgeden uzağa kurulmuş nadir anlatı ögeleri hatta.

            Hiçbir Yerdeki Adam, Chicago’da tutunmaya çalışırken geçici işlerle gününü geçiren bir adamın gözünden izleyebileceğimiz kısa bir hikâyeyle başlıyor. Anlatıcı İngilizce öğretmenliği için başvuruda bulunduğu kurumdayken yetişkin öğrencilerden biri tanıdık geliyor, Josef Pronek’le böyle karşılaşıyoruz. Yirmi yıl önce Bosna’da misket oynayan çocuklardan ikisi başka bir ülkede yüz yüze geliyorlar, geçmişlerinden kurtulmaya çalıştıkları için birbirlerini tanımıyormuş gibi yapıyorlar ama kilit açılıyor bir kez, kapalı kutudan koca bir geçmiş çıkıyor. Odak değişiyor, anlatıcının yaşamından Pronek’in yaşamına geçiyoruz, çocukluk yıllarına. Baskıcı bir baba, hayalet rolü yapan bir anne Pronek için sıkıntılı günleri sonsuz kılınca çocukluğun sancısını arkadaşlarıyla zaman geçirerek atlatmaya çalışıyor Pronek, Bosna’nın 70’lerdeki panoramasından sonra 80’lerdeki büyülü zamanların manzarası beliriyor. Yaşamın en büyülü, her ihtimale açık dönemlerinde ergenliğini yaşayan Pronek arkadaşlarıyla birlikte grup kuruyor ve müzik yapmaya başlıyorlar, The Beatles’ın “Nowhere Man” şarkısını severek çaldığını öğrenince kitabın adının nereden geldiğini anlıyoruz. Siyasi problemlerin baş göstermesinden bir süre önce Ukrayna’daki bir okula gidiyor Pronek, atalarının pogromdan kaçtığı topraklarda ailesinin geçmişini öğrenmeye çalışıyor. Hemon sadece Bosna’dan kopuşu değil, geçtiğimiz yüzyılın başında Yahudilerin Rus kıyımından kurtulmak için her şeyi geride bırakarak can havliyle kaçışından ve 1980’lerde yaşanan olaylardan da bahsediyor, örneğin Bush’un ziyareti sırasında Pronek’in ABD’li öğrenci arkadaşlarıyla birlikte etkinliğe katılıp protestoya niyetlenmesi yaşayacağı pek çok absürt olayın da habercisi. Chicago’ya gidip savaş yüzünden geri dönemeyince dedektiflik dahil pek çok işe girmeye çalışıyor Pronek, gündelik dedektifliğinde mahkeme celbi vermeye çalıştığı adamın Bosnalı bir Sırp çıkması savaşın ABD’ye de sıçrayacağını düşündürse de adamın kışkırtıcı konuşmalarını umursamıyor Pronek, bombalar altında canını veren Bosnalıların aslında ölmediğini, fotoğraflarda cansız mankenlerin kullanıldığını iddia eden adam ne kadar sinir bozucu olursa olsun Pronek görevini yerine getirip gerçeklik algısının hasar almamasını sağlayarak mekânı terk ediyor, başka işlerle geçimini sağlıyor. Tek bir çizgiyle sınırlanmayan, yüzyılı baştan sona kat eden bir anlatı onunki, tam bir kurgu şöleni.

            Lazarus Projesi düzenini iyi kötü oturtmuş bir karakterin, Brik’in hikâyesi. Hikâye içinde hikâye içeren yapı gereği Lazarus’un da hikâyesi bir yandan. 1908’de anarşist olduğu gerekçesiyle katledilen Lazarus’un izini süren Bosna göçmeni Brik küçük bir gazetede yazdığı yazılarla geçinmeye çalışan bir yazardır, beyin cerrahı eşi Mary’nin desteğiyle o büyük eserini yazacağına güveni tamdır, bu yüzden Lazarus’un yaşamını araştırır, fotoğrafçı arkadaşı Rora’yı da yanına alarak Avrupa’ya gider ve pogromdan kaçan Lazarus’un izini sürmeye başlar. 2000’lerin dünyası yüz yıl öncesine göre pek değişmemiştir, antisemitizmin etkisi gündelik yaşama sirayet etmiştir, Avrupa’nın yoksul ülkelerinde insanlık toprağa çoktan gömüldüğü için iki arkadaş sayısız zorlukla ve tehlikeyle karşı karşıya kalırlar. Lazarus’un yaşamıyla Brik’inki anlatının sonlarına doğru iç içe geçerek doğdukları topraklardan göçmek zorunda kalan insanların kader ortaklığını da imler, aynı köksüzlük ve parçalanmışlık yurtlarını bırakan insanların dillerinde acıya dönüştüğü için az konuşur bu insanlar belki de, daha çok dinlemek ve anlamak isterler, belki acılarının karşılığını başkalarında bulabilirlerse anlaşılabileceklerine dair bir teselli ararlar içlerinde. Yolculuk sürerken Rora’dan Bosna’da neler olup bittiğini dinler Brik, savaş sırasında Müslüman eşini geride bırakıp Sırplara katılan, tepelerden üzerine kurşun sıktığı eşini yazdığı mektupla yanına çağıran adam, ölülerin bedenlerini ailelerine satmak için toplayıp biriktiren insanlar, bütün hikâyeler tarif edilmez acılarla doludur.
Denebilir ki Hemon kendi deneyimlerinden yola çıkarak hem kendi topraklarının hem de yakın tarihin acılarını derleyip müthiş kurmacalar olarak işler, metinleri kurgu oyunları ve anlatının gerçeklik yanılsamasını güçlendiren iyi detaylarla doludur. Daha çok okunması dileğiyle.