Reklam

Esra Dolunay yazdı... Sıfırın Altında

Esra Dolunay yazdı... Sıfırın Altında
26 Nisan 2022 - 13:19

ESRA DOLUNAY

Onu ilk kez orada gördüm. Tel örgülerin arkasında…Tel örgülerin arkasındaki diğerleri gibi
mavi üniformasıyla karşımda duruyordu. Beni farkedecek durumda değildi. Ben, tel örgülerin diğer tarafındaki pis ve kırmızı yanaklı, sefil görünümlü şeylerden biriydim. Orada olmaması gereken, yok edilmesi gereken bir şey. Tıpkı bir tarla faresi gibi yer altında
olduğum sürece rahatsız etmeyen ama yüzeye çıkarsam yaşama hakkı bulunmayan bir şey. O gün hava, tel  örgülerin her iki tarafındakileri dondurucu soğukla sınıyordu. Bazılarını ise üniformaları soğuktan ve daha bir çok şeyden koruyordu.
Çadırım için uygun bir yer seçip ben de işe koyuldum. Tel örgülere çok yakın değildim. Etrafta bir orman ya da bizi soğuktan koruyacak herhangi bir kayalık ya da kovuk yoktu. Tam olarak ortada kalmış tarla fareleri gibi görünüyorduk. Çadırlar piramitler gibi sıralanmıştı. Maslov’un piramidi aklıma geldi. Hani insan ihtiyaçlarını teorileştiren meşhur piramit. Maslov’un ailesi yıllar önce Rusya’dan göç ederken yedinci çocuklarının, insanların ihtiyaçlarını piramite dönüştürecek bir teorinin sahibi bir bilim adamı olacağını düşünmüşler
miydi? Daha birkaç yıl öncesine kadar bu tel örgülerin diğer tarafındaki ülkede yaşayan bir öğrenciydim. Okulum bitince ülkeme dönmüştüm. Ama olacakları bilemezdim. Buraya tekrar bu şekilde geleceğimi de. O zamanlar, onunla dersten sonra sınıfta bir konuşma yapmıştık:
-Sence Maslov’un piramidine göre hangi kattayız dostum.
-Seni bilmem ama ben mezun olduktan
sonra akademiye gireceğim. Hep hayalim olan şeye kavuşunca piramitin tepesinden sana bakıyor olacağım.
-Benim akademi gibi bir hayalim yok biliyorsun.
-Eğer ülkene gidersen herhangi bir hayalin de olmayacak merak etme.
-İyi de konu Maslov değil miydi?
-Onu bilmem, ama bu kafayla sen …

Şimdi, aynı yerdeyim. Üşüyorum, açım, uyuyacak bir yerim bile yok. Tüm hayatım bir sırt çantasının içinde. Elimdeki tek şey benliğim, bedenim ve ruhum. Tıpkı onun dediği gibi, hayallerim yok artık, bir lokma ekmek ve bir battaniye için her şeyi yapabilecek sefil biriyim. Şimdi ben piramitin en altıyım ve bu tel örgülerin karşısına geçme pahasına onlardan da vazgeçmeye hazırım.
Çadırım nihayet hazır. Bu çadırı bulabilen sayılı kişilerden oldum. Şu köşede oturan üç kişilik aileyi de buraya alacağım. Soğuktan büzüşmüş şekilde, o bodur ağacın yanında saatlerdir oturuyorlar. Isıtmaya çalıştıkları bir bebekleri var. Onları çağırdığımı görünce gözleri parladı. Ayazdan mı, umut ve sevinçten mi bilmiyorum ama kucaklarındaki bebek bile anladı sanki. Çadıra girdiler. Onlara dağıtım yerinden çorba, belki bulabilirsem sıcak su getireceğimi söyledim. Sonra da yola koyuldum. Soğuk yüzümü betona çevirmişti ama artık bu beni rahatsız etmiyordu. O aileye çorba almaya gidiyordum. Şimdi ne kadar erdemli hissettiğimi tarif edemem. Hem de piramidin en altındayken. Sanırım, kendini gerçekleştirme hissini sefil halde de hissedebilirmişim, sırayı bozabilirmişim. Yanılmışsın Maslov, yanılmışsın dostum.
Geldim işte. Üniformalı ‘dostum’ da orada çorba dağıtıyordu. Sıraya girdim. Bana sıra gelince tel örgünün arkasından bir tas sıcak çorba uzattı. Gözlerimi kaldırdığımda gözlerini benden kaçırdığını anladım. Beni tanımıştı ama tanımazdan gelmişti. Sıcak çorba tasıyla beraber çadırıma dönerken, altında bir kağıt farkettim.
“Seni bu tarafa geçirebilirim. Yakında bu kamp dağıtılacak. Başka şansın yok. Gece 12’de tel örgülerin doğu yakasındaki uzun otların sıklaştığı yere gel.”
Akşam olduğunda, sıcak çorbalarını içen aile ve bebekleri erkenden uyumuştu. Sert bir poyraz çadırı dalgalandırdı. Dışarı çıktım. Dışarda sağa sola çarpan kumaş parçaları sanki tüm dünyaya bayrak sallıyordu. Burada, yaşamak isteyen birileri var diye haykırıyordu. Birkaç buzlaşmış kar tanesi yüzüme değdi. Ben şimdi yaşama hakkımı kullanmak
zorundaydım. İçerde uyuyan aileye baktım. Mahcuptum. Bebeğe atkımı bıraktım. Uyuyordu. “Sen şanslı olacaksın. Büyüdüğünde bunları hatırlamayacaksın.” dedim ve ay ışığında uzun otların sıklaştığı yöne doğru yürüdüm.

İki gün sonra
Sabah 7. Duvardaki saatin tik takları kafamda yankılanıyor.
-Ne oldu bana?
-Nihayet uyandın dostum! Dediğim yere gelmeyi başarmıştın. Ama seni karşı tarafa geçirdiğimde bir türlü uyanmadın. Donma tehlikesi geçirmiştin. Çok şükür ki kendine geldin.
-Oradakiler?
-Kampı dağıttılar. Bizim de görevimiz sona erdi. Karşımda açık duran televizyonda bir haber dikkatimi çekti.
“Sınırdaki çadırlardan birinde bir aile donmuş halde bulundu. Altı aylık bebek kurtarıldı.”
Bebek, benim atkıma sarılıydı.

*Polonya-Belarus sınırında hayatını kaybeden mülteciler anısına yazılmıştır.